Hanefi Avcı: Devlet, halkla teröristi ayrıştıramadı

“Suçlu”, “düşman”a dönüşünce…

Hanefi Avcı: Devlet, halkla teröristi ayrıştıramadı

Cemaat, Kozmik Oda’da aradığını buldu mu?

Eski Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkan Yardımcısı Hanefi Avcı, Gülen Cemaatinin Kozmik Oda’da o güne kadar meydana gelmiş bütün olumsuz olayların belgelerini bulacağını zannettiğini, ancak hiçbir şey bulamadığını söyledi.

 

Avcı, “İyi ki zamanın askerleri, komutanları, orayı açtı. ‘Gelin bakın’ dediler. Öyle bir şey yok” dedi.

Avcı, “Kozmik Oda’ya girildikten sonra elde edilen bilgilere dayanılarak, Türkiye içinde ve dışında çalışan bazı devlet görevlilerinin suikasta uğradıklarına” dair iddianın gayri ciddi olduğunu belirtti.
***
Terörle mücadelede yapılan hatalar ve devlet kurumlarında hukukun hakim kılınması konularında dile getirdiği eleştirel düşünceleriyle tanınan Eski Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkan Yardımcısı Hanefi Avcı, TV5’e konuk oldu.
Hanefi Avcı, TV5’de Hamza Yardımcıoğlu’nun sunduğu “Gizli Dosya” programında, derin devlet, terörle mücadele, devlette tarikat ve cemaat yapılanmaları, Kozmik Oda, darbeler ve iç çatışma konularına dair soruları cevapladı. 
“Türkiye’de derin devlet var mıdır?” sorusunu cevaplayan Avcı, önce illegal yapılanmaları ortaya çıkaran sebepleri; 1968’den sonra sol örgütlerin, daha sonra PKK’nın ardından da FETÖ’nün sebep olduğu sorunları değerlendirdi.

“Suçlu”, “düşman”a dönüşünce…

O yıllarda sol terörle mücadele etmesi gereken güvenlik güçlerinin ve MİT’in, her gün daha da büyüyen olayları durduramadığını; halkın ve hükümetin ise bir an önce sonuç alınmasını istediğini belirten Avcı, devletin, sol grupları “suç işleyen örgütler” olarak değil dış güçlerin desteklediği bir “düşman” olarak görmeye başladığını ifade etti. Avcı, şu değerlendirmede bulundu:

Hukuk dışına çıkmanın gerekçesi

“Millî düşman gibi görmeye başlayınca, bununla mücadele ederken de kuralları esnetebiliyor. Diyor ki, ‘hukuk dışına çıkılabilir, her şey yapılabilir.’ Çünkü ‘düşman’la savaşıyorsanız, bütün güç ve imkânlarınızı kullanırsınız; ama ‘düşman’ değil de ülkenin içerisindeki bir suç grubuyla mücadele ediyorsanız, hukuka ve kanunlara bağlı olmanız lâzım. Onu yapmanız için işlemler belli; ama ‘düşman’la mücadele ediyorsanız, kuralsızlık vardır. İşte olup biten olayları bir ‘suç’, bir ‘örgüt faaliyeti’, buna karşı yapılması gerekenin de bir hukuk mücadelesi olarak kabul ettiğiniz zaman kolay; ama bu mücadeleyi hukuk yollarıyla halledemiyorsunuz. Hukuk yollarıyla çözemiyorsunuz. Çözememeniz de aslında kendinizden kaynaklanıyor. Sadece dış gücün değil, sizin bu tür olaylarla mücadele etme yeteneğiniz ve basiretinizde bir sorun var. Bununla mücadelenin yol ve yönteminin şekillerini bilmiyorsunuz. Bunu bilmeyince ve bu gücü durduramayınca, bu defa deniyor ki, ‘Bu, düşmandır. Buna karşı her türlü yöntemi kullanalım.’”

Derin devlet düşüncesinin kaynakları

Medya yayınlarının etkisiyle, bu düşüncenin, geniş bir kesim tarafından da desteklendiğini belirten Avcı, o zaman bu uygulamaların, polisin, askerin, MİT’in içindeki ‘kuralların dışına taşalım, her şeyi yapalım, olayları önleyelim’ diye düşünen kişilere kaldığını dile getirdi. Avcı, “İşte bu anlayış, bu düşünce, ‘derin devlet’ denen (ben ona katılmıyorum) düşüncenin felsefesini oluşturuyor. Bunu yapan, bunu uygulayan da az sayıda görevli oluyor. Kimisi polis, kimisi asker, kimisi MİT görevlisi; ama buna göz yuman, buna müsaade eden, bu oluşumu, bu yapılanları görmüyor gibi davranan mevcut bir hukuk sistemi, mevcut bir devlet sistemi de var. Onlar, biliyorlar ama önlemeye çalışmıyorlar.” diye konuştu. 

Hanefi Avcı, 1968’de ve 70’li yıllarda görülen sol terör olayları içinde bir militan grubun, bu grubun beslendiği ve gerçekten demokratik hak talebinde bulunan geniş bir kesimin ve provoke edilmiş, belki bir dış güce bağlı küçük bir grubun olduğunu kaydetti.  Devletin, geniş halk kesimini, şiddeti savunan küçük gruplardan ayıran bir duyarlılık göstermek yerine, grubun tamamına karşı çıkıp, haklı talepleri de görmezden geldiğine işaret eden Avcı, sözlerini şöyle sürdürdü:

Devlet, halkla teröristi ayrıştıramadı

“Diyor ki, ‘Ben bu yöntemlerin hiçbirini kabul etmem. Ben, terörle pazarlık yapmam. Her şeye karşıyım ve zorla, şiddetle bastıracağım. Benim tabiî hakkımdır, devletin görevidir’ diye bakıyor. Halbuki dünya değişmiş, hayat değişiyor, şartlar değişiyor. Bu taleplerin bir kısmı, makul ve mantıklı… Öğrencilerin talepleri, işçilerin talepleri, farklı kesimlerin taleplerinin birçoğu haklı… Evet bu talepleri, sol kesimin şiddet unsurunu savunan örgütler de savunuyor ama bu insanlar, aynı örgüt mensubu değiller; ama onlarla temasları var. Onlarla iç içeler. Beraber yaşıyorlar. Bir kısmının çocukları bu işin içine girmiş. Kendileri de biraz soldan etkilenmiş, geçmiş mazileri itibarıyla. Biz, alacağımız bazı siyasî ve sosyal tedbirlerle bu geniş kitleyi ayırıp, geniş kitleyi eylemlerden çekerek, karşımızdaki küçük grubu, güvenlik kuvvetleriyle halledebilirdik; ama devlet, bunu yapmadı. Tamamını karşısına aldı. Bu kadar geniş kitleyi karşınıza alırsanız, kitlelerin bir kısmının talepleri de haklıysa, bunu polisle, askerle bastıramazsınız. Hukukla da bunlarla mücadele edemezsiniz; çünkü yaptığınızın bir kısmı, zaten hukuka uymuyor. Bu insanlar, bir suç işlemiyor. Gösteri yürüyüşleri yapıyor. Fikir, düşünce özgürlüğü sayılabilecek hareketlere girişiyor veya demokratik birtakım talepleri dillendiriyorlar. 

Derin devlet varsa devlet yoktur

Bu defa siz, bunlarla mücadele ederken, tutuklayamıyorsunuz. Yakalıyorsunuz, işlem yapamıyorsunuz; ama hep gördüğünüz, altındaki o geniş kitleyi görüyorsunuz. Diğer grup, biraz daha saklı ve gizli… Gizli örgüt mensubu olanlar, kendilerini gizlemişler, saklamışlar. Halkın içine girmişler veya o grubun içine girmişler. Sizin, bu grupların içerisindeki o örgüt mensuplarını ayıklayacak kadar istihbaratınız yok. Halkla bu kadar diyaloğunuz yok. Bu sosyal meseleler konusunda çok yetkinleşmiş değilsiniz. Bu kitlelere hitap etmesini bilmiyorsunuz. Hepsini karşınıza almak suretiyle hatta bu kitleyi biraz daha militanlaştırıyorsunuz. Bu defa da ‘Bu kadar büyük grup varsa, benim bunu önlemem lâzım. Halktan böyle bir talep var. Türk halkının büyük bir kesimi, ‘olayları önleyelim’ diyor. Hükümet ‘önleyelim’ diyor, devlet ‘önleyelim’ diyor. O zaman önleyemiyorsak, bu işi beceremiyorsak, işte bu defa hukukun dışına çıkmayı düşünüyorsunuz veya sizi hukuk dışına çıkmaya, halkın talepleri, hükümetin talebi, birçok kesim, sizi böyle bir şeye itiyor ve siz, adım adım, önce küçükten başlayan, bir müddet sonra da hukuku çiğneyen uygulamalara başlıyorsunuz. İşte bu hukuku çiğneyen bu yanlış uygulamalara Türkiye’de ‘Derin Devlet’ deniyor. Bence bu, derin devlet değil, devletin hiç olmamasıdır. 

Devlet, her talebi suç gibi gördü

Gerçek mânâda bir devlet olsa, devlet önce kendi vatandaşının kendine gelen taleplerinin doğruluğuna, yanlışına bakar, o gelen taleplerin makul ve mantıklı olanını ayıklar. Büyük bir kitleyi karşısına almaz. Önce o kitleyi ayıklamasını bilir. Marjinal gruplarla da en son çareyse, en son yöntemse mahkemeler, yargılamalar sürer. Yoksa sadece ‘alalım, içeri tıkalım’ mantığıyla bu iş olmaz. Biz, siyasî talepleri, ideolojik talepleri, sosyal taleplerin hepsini bir suç örgütü gibi görüp, mahkemelerde tutuklayarak, içeri tıkarak veya baskı tedbirleriyle, askerlerle, polislerle bunu önlemeyi düşünüyoruz. Bu, işin tabiatına aykırı… İdeolojik grupları, şiddetle, zorla bastıramazsınız. Onların siyaseten soğuması lâzım... Siyaseten bu yaptıkları işlerle bir yere varamayacaklarını anlaması lâzım ve halktan destek görmemesi lâzım. Halktan destek gördüğü müddetçe, o marjinal militanları, radikal militanları durduramazsınız. Bizim devletimiz, güvenlik kuvvetlerimiz, bizim güvenlik sistemimiz, bir bütün hâlinde o olaylara böyle bakamadığı için; önceden bu olayları böyle görüp daha gelirken… ‘Bu terör geliyor, böyle bir dalga geliyor. Ben, önce ne yapayım? Bu haklı talepleri önce karşılamak suretiyle o gruplarla geniş kitle arasındaki bağı koparayım. Onlara nasıl yaklaşırım, nasıl bağlantı kurarım?’ Bunu çok iyi bilmiyoruz. O radikal grupların bile birçoğuyla diyalog kurulabilir, birçoğu yumuşatılabilir. Bunları da bilmiyoruz. Bir tek yöntem biliyoruz: ‘Zor ve şiddetle bastıralım’.”
Türkiye’nin, karşılaştığı bütün sorunları içinden çıkılmaz hâle getirdiğini ifade eden Avcı, “Eğer Dünya’daki sol terör, Marksizm yıkılmasaydı, (Türkiye’de sol terör) hâlâ devam edecekti. Güneydoğu sorunu, hâlâ çözülemiyor. Aynı şekilde, radikal bazı akımlar çözülemiyor.” dedi. 

Batılı devletler, illegal örgütlenmeye müsait değildir

Bir soru üzerine, yabancı devletlerde de bir ‘derin devlet’ olduğu iddiasının abartıldığını ileri süren Avcı, “Modern ülkelerde, Batı dünyasındaki devletler, sivil kurumlar tarafından denetlenir, yargı tarafından denetlenir. Yapılan kanunsuz hareketler, soruşturulur ve ortaya çıkarılır. Devlet arşivleri, belli süre sonra açılır. 50 sene sonra, 20 sene sonra… Hiçbir şey, gizli kalmaz. O açıdan, çok da öyle illegal örgütlenmeye müsait değildir. Batı dünyası için diyorum. Geri kalmış dünyada ise zaten çok kaba saba yapılıyor bu işler. Geri kalmış bazı ülkeler, Ortadoğu ülkeleri, Uzak Asya ülkeleri… Onlar, çok kaba şekilde bütün güvenlik kuvvetlerine, kanunsuz biçimde ‘Gidin, muhalefeti vurun. Asın, kesin, öldürün, biçin, doğrayın’ gibi çok kabaca yapıyorlar. Bence bu gizli (derin) devlet değil resmen diktatörlük. Resmen baskıya dayanan, şiddete dayanan, devletin bozulmuş hâli demek lâzım.” diye konuştu. 

Susurluk yapılanması neydi? Susurluk’ta ne oldu?

300 kişiyle ortaya çıkan PKK, nasıl büyüdü?

Hanefi Avcı, programda, “Susurluk’ta ne oldu?” sorusunu da cevapladı. Önce, illegal yapılanmaya zemin hazırlayan şartları değerlendiren Avcı, bağımsız bir devlet kurma talebinin kabul edilemeyeceğini ve bunu isteyenlerle çatışmaktan başka yol olmadığını ifade etti. Avcı, başlangıçta 300 kişiyle ortaya çıkan PKK’nın ana dilde eğitim gibi bazı taleplerinin halkın bir kısmı tarafından da benimsendiğini ve desteğin giderek arttığını anlattı. Devletin, o dönemde örgütün dillendirdiği her şeye, sahip çıktığı her temaya karşı çıktığını ancak halkın haklı taleplerini karşılamayı ve bu yolla halkla örgütü birbirinden ayrıştırmayı düşünmediğini söyledi. 

Devlet, illegal olamaz

O dönemde PKK’nın ‘vur kaç’ eylemlerine karşı devletin özel ekipleri ve istihbarat birimleri olmadığını belirten Avcı, devletin, korktuğu için ya da gönüllü olarak PKK’ya destek veren herkesi karşısına aldığını kaydetti. Bu hata sebebiyle örgütün daha da büyüdüğünü anlatan Avcı, bir süre sonra devletin de uygulamalarında ölçüyü kaçırdığını ifade etti. Devletin açık ve meşru bir organ olduğunu belirten Avcı, yapacağı işlerin de gizli bir örgütün işleri gibi değil, kanunlara ve yönetmeliklere uygun olması gerektiğini dile getirdi. Avcı, “Devlet, bir örgüt gibi, bir gizli kişi gibi, hırsız gibi, gece kalkıp adamı evinden ‘Ben başka bir şeyim’ diye kaçırmaz. Devlet, birilerini alıp, sanki başka bir örgüt mensubuymuş gibi bir yerlere götürmez. Devlet, açıktır. Bu, aslında devletin kendini inkârıdır; çünkü devlet, en hatalı işi yaptı diyelim ki, insanlara ağır ceza veriyor. Bunu açıkça yapar. Devletin bir gücü var ve der ki, ‘Ben, devletim. Devletin polisiyim, askeriyim, bunu uyguluyorum’. Bu, yanlıştır ama legaldir. Devlet, illegal olamaz” diye konuştu.
Avcı, terörle mücadele eden görevlilerin çok yanlış düşündüklerini ve devlete verdiği zararın farkında olmadıklarını ifade etti. Çeşitli sebeplerle PKK militanlarına gıda yardımı gibi yardımlarda bulunan bölge halkının üzerine şiddetle gitmenin, o insanların da dağa çıkmasına sebep olacağını söyledi. 

Adam kaçırma, yargısız infaz, haraç ve mafyalaşma

Hanefi Avcı, bu değerlendirmelerinin ardından, Susurluk oluşumunu ise şöyle değerlendirdi:

“Susurluk’ta önce Jandarma içinde başlayan, JİTEM diye bir oluşum vardı. O oluşum, aslında çok da hukuka uygun kurulmamıştı ama ilk amacı, Jandarma’ya istihbarat temin etmekti. Fakat bir müddet sonra buradaki insanlar, demin anlattığımız sorun karşısında olayları çözemiyor, olayları önleyemiyor. Her gün olaylar daha büyüyor ve çok rahatsız ediyor. Askerlere saldırılıyor, karakola saldırılıyor, güvenlik kuvvetlerine saldırılıyor, sivil insanlara saldırılıyor. Öğretmenler öldürülüyor, hemşire öldürülüyor; ama orada görevli olanların hiçbirisi bir şey yapamıyorlar. Bu defa yapamayınca bunlar, kendilerinden bu olayı önlemek adına başka şeyler yapmak lâzım geldiğine inanıyorlar. İşte ne diyorlar? ‘Biz, ne yapalım?’ İşte kimi zaman korucuyu, kimi zaman oradaki itirafçıyı, kimi zaman da sağcı unsurların o duygularını alıp, birleşip, diyorlar ki, ‘Biz, ne yapalım? Biz de bunlara illegal cevap verelim.’ İllegal cevap nasıl verebilir? İllegal örgüt mensuplarının hepsini ortaya çıkaracak kadar bilgileri yok. Az bir sayıda biliyor. Bu defa ne yapıyor? Onlarla irtibatlı olduğunu bildiği, onlarla ilişkisi de bilinen, onlara destek veren veya yakaladığı insandan aldığı ifadeye dayanarak, gece kaçırma, götürme, infaz etme, öldürme olayları yapıyor. Türkiye’de bu maalesef yaşandı. Önce Jandarma ile başladı, daha sonra polis teşkilatı da bu işin içine girdi. Bir kısmı işte orta yere çıktı. Eski ülkücüler diye bilinen veya vatansever diye, kendilerini öyle tanıtan insanlar… Hatta bunlar, bir müddet ‘vatan, millet, devlet’ diye başladılar harekete; ama bir müddet sonra o ‘vatan, millet’ diyenlere kimse ödenek vermiyor, para vermiyor, maaş vermiyor, bu ‘vatan, millet’ duygusu, şahısların kendisine menfaat temin etmeye döndü. Onlar, kanunsuzca, sadece Güneydoğu ve PKK değil, batıda da işte kanunsuz gelir elde eden, kumarhane çalıştıran, uyuşturucu ticareti yapan, her türlü gayrimeşru gelir elde eden herkese karşı tavır aldı. ‘Bunlar böyle yapıyorsa, bunlara ben ne yapacağım? Ben de bunun elindeki parayı alacağım. Ben, bunlara karşı eylem yapacağım.’ 2-3 tane eylem yaptı, daha sonra eylemin gücüne dayanarak para toplamaya başladılar. Resmen çeteleştiler, mafyalaştılar. İşte uyuşturucu ticareti, uyuşturucu ticareti yapandan para alma, kumarhaneden para alma gibi olaylara başladılar. Bir müddet sonra öyle bir arttı ki bu iş, işte başka gruplar da bu işe karıştı. MİT’te birtakım insanlar, yarısı sivil, yarısı, onlar bu işin içine girdiler. Kısmen askerden bu işin içine girenler oldu. Bir müddet sonra bunların hepsi, mafyalaştılar. Başka suçlar işlemeye başladılar ve bu defa bu insanlara bir şey de yapamıyorsun. Niye? Bunların yaptığı bazı olaylar, ‘vatan, millet, devlet’ denmiş… Üzerine gittiğiniz zaman hepsini de ortaya dökebilirler. Derler ki, dediler de zaten, ‘Madem öyledir, biz de bir zaman devlet için şunu yaptık, şunu yaptık, şunu yaptık’. Bu adamlar, dokunulamaz hâle geldi; çünkü kanunsuzluklarının bir kısmını üst makamlar da biliyor. Yukarıda yapan görevliler de biliyor. Onlar da bunlara biraz müsamaha ettiler; bunlara göz yumdular. Hatta bazılarına belge verdiler. Fakat Susurluk’taki kaza, orta yere koydu. Aranan bir adam, emniyet görevlisi, başka bir insan, hepsi orta yere döküldü. Ellerindeki belgeleriyle... Mecbur kalındı.”

Soruşturma, bir yerden sonra durduruldu

Daha sonra kurulan Susurluk Komisyonu’nda kendisinin, herkesin bilip de söylemediklerini söylediğini belirten Avcı, bu yapılanmanın içindeki kişilerin isimlerini ve belgelerini verdiğini anlattı. Avcı, “101 sayfaya yakın ifade verdim. Benim ifademe dayanarak devlet, araştırma yaptı. Hakikaten, dediğim gibi bazı insanların kaçırıldığı, ailelerinden para alındığı, onların öldürüldüğü ortaya çıktı. Bir kısmı ile ilgili iddialar kaldı ama daha sonra Meclis soruşturması maalesef belli bir yerden sonra mevcut hükümet devam ettiremedi. Orada durdurdu.” dedi.
Yapılanma içindeki kişilerin, Jandarma’dan, Emniyet’ten ve MİT’ten ayıklandıklarını, askerin de kendi tedbirlerini aldığını ancak yargılanmadıklarını belirten Avcı, şöyle konuştu:

Yargı aşaması eksik kaldı

“Gönül istiyordu ki bunlar, yargı önüne çıksın ve hesap verilsin. Bu insanlar, yargılansın. Burada önemli olan şu var: Bu insanların her şeyini çıkarıp hepsini yargılamak değil; bu olayın yanlışlığının, bu olayın hukuk dışılığının bu olayın devlete uymadığının bir yargı kararıyla belirtilmesi, önemli bir olaydı. Yani bir mahkeme çıkıp ‘Bu insanlar, yanlış yapmışlardır. Bu yapılan işi, devlet uğruna yapıyorum diye yapamazsınız. Bu, suçtur’ demesi, o kararın verilmesi bile önemli bir olaydır; çünkü herkese mesajdır bu. Yani, ‘Şimdiden sonra benzerini yaparsanız, bakın bunun karşılığını görürsünüz. Türkiye’de hukuk sitemi, bu işe karşıdır’ dedi. O açıdan bile önemli bir olaydır; ama gönlüm istiyordu ki birçok şey ortaya çıkarılsın. Kişilerin cezalandırılmasından çok, bu olay ve bu yöntem, bu sistem ortaya dökülsün. Bunu yapanlar ve bunu düşünenler, bu insanlara destek verenler; fikren destekleyenler veya tüm geniş bir devlet kesimi içerisindeki bu fikir ve düşünce, zihniyet, yargılansın ve bir daha çıkmayacak şekilde teşhir edilmesi lâzımdı. Orada eksik kaldı.”

Gaffar Okkan, Cem Ersever, Eşref Bitlis, Adnan kahveci, Muhsin Yazıcıoğlu

Gaffar Okkan suikastının bir devlet operasyonu değil, tamamıyla Hizbullah’ın yaptığı bir eylem olduğunu dile getiren Avcı, devlet kurumlarında çalışanların büyük bir çoğunluğunun hukuktan yana olduğunu, illegal işlere karışanların küçük bir grup olduğunu belirtti. 
Eşref Bitlis’in, Adnan Kahveci’nin, Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümlerinin bir suikast sonucu olup olmadığına dair görüşü sorulan Avcı, “Ben, (suikast olduğunu) düşünmüyorum. Suikastlar hemen belli oluyor. Hangi olay suikastsa, hangi olayın arkasında bir örgüt var, bir şey var; bu, daha olduktan hemen sonra anlaşılıyor. Bu, anlaşılmayan fakat… Türkiye’de şöyle bir şey de var: Birtakım yaşanan olayları doğru dürüst araştırıp, soruşturup kamuoyunun önüne iyi konması veya yargı önüne konup tarafsızca bir karar verilmesi olmayınca, kamuoyunun kafası karışıyor” diye konuştu.
Olayların ciddiyetle incelenip bağımsız yargıya taşınmaması sebebiyle halkın kafasında bu olaylarla ilgili hep soru işaretleri kaldığını ifade eden Avcı, Eşref Bitlis’in askerler tarafından öldürülmesi için hiçbir sebep olmadığını, istenmeyen durumlarda zaten tasfiye mekanizması olduğunu anlattı. 
Hanefi Avcı, “Devlet öldürür; ama kendi bürokratını, kendi askerini, kendi memurunu öldürmez mi?” sorusuna karşılık, şunları söyledi:
“Yok. Kendi öldürdüğü olay da var. O da olduğu an hemen belli oldu. Meselâ Cem Ersever... Onu öldürdüler. Daha öldükleri saniye, diğer olaylardan farklıydı. 

‘Sabotaj’ ihtimali, Cessna firmasını zarardan kurtardı

 

Eşref Bitlis’in olayı, tamamen, benim bildiğim kadarını söylüyorum, tamamen bir kaza; ama ‘Niye bu hâle dönüştü?’ derseniz, şimdi olay kaza ama olaydan sonra öyle bir şey yapıldı ki, pilotun kendisine, ailesine çok ciddi bir tazminat davası açıldı. Dedi ki, ‘Onun kusuruyla düşmüştür’. Bundan dolayı galiba 15-20 milyon TL para ödemesi lâzım geldi. Şimdi bir yanda aile var, çok rahatsız. Hem evlatları şehit olmuş, hem de böyle bir tazminat verilmiş. Bir yanda da Cessna uçaklarının, firmanın sahipleri var. Eğer bu uçak, birtakım buzlanma, şunlar, bunlar, teknik arızadan düşmüşse, dünya da hiç uçak almaz; ama ‘Bu, sabotajla düştü’ derseniz, uçağınız sağlama çıkar. Bu iki güç, dolaylı şekilde haberleştiği kanaatindeyim. Belki de hepsi ayrı ayrı… Ve hukuk mahkemesine gittiler. Hukuk Mahkemesine gittiği zaman, karşıda hiç kimse yok. Devletin hiçbir gücü yok. Gittiler, müracaat ettiler, araştırdılar, soruşturdular. Dendi ki mahkeme, ‘Bu, yüzde yüz pilot hatasından oldu diye iddia edilemez. Başka ihtimallere, sabotaj dâhil, bakılmalı’ dendi. ‘Sabotaj var’ demedi; ama ‘Böyle bir ihtimal olabilir’ dendi. Bu ‘olabilir’, o pilot ailesini sorumluluktan kurtardı; Cessna firması da ‘Benim uçağım buzlanma sebebiyle düşmez’ imajını yarattı ve Türk kamuoyunun da kafası karıştı. Bazı örgütler, o zamanın bazı belli partileri de buna çok sahip çıkarak Türk insanının kafasını karıştırdılar. ‘Eşref Bitlis öldürülmüştür’. Niye öldürülsün? Ne sebeple öldürülebilir?” 
Hanefi Avcı, Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümünü değerlendirirken de, 28 Şubat dönemi uygulamalarına karşı konuşan iki kişiden biri olduğunu, diğerinin de Hasan Celal Güzel olduğunu hatırlattı. Avcı, şöyle konuştu:
“Çıktılar, hatta suç işliyor denebilecek, bugün olsa hep adamları tutuklarlar, konuşma yaptılar. O gün kimse bir şey demedi. Bir şey söylenmedi. E bugün Muhsin Yazıcıoğlu’na kim ne yapsın? Evet, bir kaza; ama kazadan sonrası çok kötü. Araştırma doğru değil, bulunması (bulunma şekli) doğru değil. Birçok sorun var; ama bu devlet, birçok sorunu böyle hallediyor zaten. İyi araştırılıp, iyi soruşturulup, her şey çok iyi ortaya konmadığından dolayı da insanların kafası karıştı. ‘Ya niye bu öyle?’ Çok soru var; ama doğru da, her olayda buna benzer hatalar yapıyor bu devlet. Ben, Muhsin Yazıcıoğlu olayının tamamen kaza olduğu kanaatindeyim. Eşref Bitlis olayının tamamen kaza olduğu kanaatindeyim, yine rahmetli Bakanın, Adnan Kahveci olayının da tamamen kaza olduğu kanaatindeyim.”

 

FETÖ’yü doğuran sebepler

“Gizli Dosya” programında FETÖ, tarikatlar ve cemaatlerin devlette yapılanmaları konusu da ele alındı. Avcı, paralel yapı mensubu bir kişinin bir telefon kaydında “Güneydeki sevdiğim ülke” sözünden hareketle, FETÖ’nün arkasında İsrail’in olup olmadığına dair bir soruya karşılık, “Ben, yurt dışında şu andaki durumları demiyorum, geçmiş durumları itibarıyla arkalarında hiçbir devletin olmadığı kanaatindeyim” dedi. Avcı, sözlerine şöyle devam etti:

Ben, “Cemaat”in arkasında bir devlet görmedim

“Çünkü benim kanaatim de önemli değil. Ben diyorum, bir bakmak lâzım: Yaptıkları ne var? Ne yaptılar? Bilinenler ne? Bu bilinenleri kim yaptı, nasıl yaptı? Hepimiz görüyoruz. Yani bu toplumda bu cemaatin, bu örgütün nasıl adım adım geliştiğini, nasıl hareket ettiğini hepimiz görüyoruz. Bu gördüklerimizin içinde bir yabancı görmüyorum. Ha, şimdi, şu anda yurt dışındaki durumları itibarıyla artık farklı bir şey... Şu anda yurt dışında yaşamak için, kalmak için, yurt dışında bazı ülkelerle işbirliği yapmak mecburiyetindeler. Bazı gizli servislere belli oranda, çok öyle sulandırılmış değil ama belli sahada çok gizli ilişki içinde olmak mecburiyetinde; ama ben, o tarihe kadar böyle bir şey olmadığı kanaatindeyim. Yurt dışına çıktıktan sonra yurt dışı faaliyetler bölümüne, özellikle 15 Temmuz’dan sonra olayın şekli çok değişmiştir. Artık eski olay değil. Ben, burada bulundukları dönem,

Türkiye’de faaliyet gösterdikleri dönem için söylüyorum. 

O dönemi gerçekten doğru tahlil etmek lâzım. Bir olayla uğraşıyorsak, olayı doğru tahlil etmezsek, olayla mücadele edemeyiz. Şimdi, bu örgütle devletin ciddi mücadele etmesi gerekir. Ediyor; fakat önce bu olayı doğru tahlil edelim. 
Bu örgüt, nasıl bu hâle geldi? Bu örgüte niye bu kadar destek verildi? Biz, o şartları çok iyi tahlil etmiyoruz. Bizi buraya ne sürükledi? Şimdi şöyle düşünüyorum: Diyorum ki, Türkiye, demokratik bir ülke olsaydı, askerler kendi mecrasında olsaydı, 28 Şubat olmasaydı, her şey, sistem doğru çalışsaydı, AK Parti Hükümeti, bu örgüte bu kadar destek verir miydi? Bence vermezdi. Niye? Evet, bir müddet ihtiyacı vardı. Onları gene yakın görebilir; ama ilk yaptığı hatalardan sonra ‘Durun bakalım’ derdi. 

Muhafazakârlara yapılan baskının sonuçları

Ama şimdi Türkiye’de geçmiş yıllardan beri yaşanan bir olay var. Muhafazakâr kesimler, hep kendilerini devlet tarafından dövülen, sopalanan, bir kenara itilen insan gibi görüyor. 28 Şubat, bunu çok daha abartılmış olarak, ‘Sen, siyasî bir güç de olsan, halktan destek de bulsan, hatta yüzde 99 oy da alsan, belli şeyleri yapamazsın’ dedi. Bunu deklare etti. Bunu görmezsek bu olayı anlayamayız. Şimdi diyorlar ki, ‘Efendim, şöyle’. Hayır, öyle değil. Şunu görelim: Bu kesimler; Türkiye’deki sağcı muhafazakâr, İslâmcı kesimler, niye kendilerini böyle bir şeyin içinde gördüler? Niye böyle bir örgütle yakınlaşma ihtiyacı duydular? Niye bu kadar? Çünkü yıllardan beri kedilerini üvey evlat gördüler, dışlanmış gördüler, değerlerine saldırılıyor gördüler ve ülkede işte kendilerinden olmayan gayri milli bir anlayış hâkim. Bütün güçleri bastırıyor. Kendilerinin her türlü inancına saygı duymuyor diye böyle bir anlayış var. Şimdi bu örgüt, bu anlayıştan dolayı yavaş yavaş devlette örgütlenmiş, belli bir noktaya gelmiş. 

Şimdi yeni bir iktidar başa geçmiş; ama bu iktidar, hükmedemiyor. Hükümet, hükmedemiyor. Askerî cenah, karşısında duruyor; onun ayarttığı belli kesimler de karşı duruyor. Evet, bu hükümete demokratik (olarak) karşı çıkanlar, demokratik talepleri olan insanlar da var. Yani burada muhafazakâr görüntüye karşı çıkanlar, laikliği şiddetle savunan insanlar var. Buradaki her uygulamaya abartıyla karşı çıkan, iyi niyetli insanlar da var; ama o iyi niyetin içerisinde 28 Şubat anlayışı, militarist bir anlayış da var. Bu olayları provoke eden daha kötü anlayışlar da var. Şimdi böyle karşı karşıya kalınca AK Parti, bu anlayışa karşı, özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tamamını orada gördü. Bu defa bu cemaatin, bu örgütün yaptığı birçok şeyi uygun gördü. Destekledi ve karşı çıkmadı. Yanlışlarını görmesine rağmen karşı çıkmadı. Şimdi onu diyorum: Biz bu ortama nasıl geldik? Türkiye, bu ortama gelmeseydi, Türkiye kendi muhafazakârını, kendi insanını, kendi İslâmî anlayışa sahip olan insanların hepsine gönlünce yaşama imkânı verseydi; onların birtakım şeylerini yasaklayarak, bastırarak, korkutarak değil, onları kendi sınırları içerisinde, kendi mecrasında makul tutsaydı, böyle bir anlayış, devlette örgütlenemezdi. Örgütlense bile, iktidar, desteklemezdi. Belki de bir müddet sonra bunlar hiçbir meşru iş yapamazlardı.”
Hanefi Avcı, benzer hataların tekrarlanmasının benzer sonuçlar doğuracağını belirttikten sonra, “(Devlet), bu ülkede hukukun hâkim olduğu, özgürlüklerin hakim olduğu, demokrasinin hakim olduğu bir ortam yaratırsa, inanın ne FETÖ olur, ne şu cemaat, ne bu grup. Herkes yerinde durur; ama siz, onu yapmazsanız, devleti ele geçiren, kendi değerlerini diğer topluma dayatırsa; ben, kendi inandığım, kendi düşündüğüm gibi herkes olsun diye dayatırsam, ben ne kadar bilimsel (olduğuma inanırsam) inanayım, ne kadar doğru yaptığıma inanırsam inanayım, başkalarına dayatmaya hakkım yok” diye konuştu.

Tarikatlar ve cemaatler kadrolaşıyor mu?

Hanefi Avcı, tarikatların ve cemaatlerin devlet kurumlarında kadrolaştığı iddialarını da değerlendirdi. Avcı, şunları söyledi:

“Devlet, doğru noktada dursa aslında hiçbir şey olmaz. Bizde şöyle bir şey var: Kim devleti ele geçirirse, kendi inancını, kendi düşüncesini diğer topluma dayatma ve baskı kurma aracı olarak kullanıyor. Devleti iyi örgütleyemediğimiz için, iyi noktaya koyamadığımız için burada devleti ele geçirmek önemli hâle dönüşüyor. Batı dünyasında kimse, devleti ele geçirince ‘Diğer muhaliflerimi sustururum, asarım, keserim’ diye bir kaygı olmaz. Çünkü orada devlet sistemi var. Siz, hukuka aykırı işlem yapmaya kalkarsanız, yargı müdahale eder, diğer kurumlar karşınıza çıkar. Kurumsal yapılar var. Kuvvetler ayrılığı var. İktidar, istediği her şeyi yapamaz. Halktan gelen isteğe göre bakar ve davranır. Yasaları değiştirir, birçok şey yapar; ama temel değerleri değiştiremez. Bizim ülkemizde maalesef öyle olmuyor. İdareyi ele geçiren güç, çok şey yapabiliyor. Kendi değerlerini topluma dayatıyor, insanlara dayatıyor. Hatta diyor ki bir müddet sonra, ‘Yüzde 99 da aynı oyu verseniz, şu olmaz’ diyor. ‘Şu, değiştirilemez’ diyor. E peki niye değiştirilemez? Tamam, değiştirmeyi düşünen yok da, ama ‘değiştirilemez’ dediğiniz zaman, onun kutsiyeti nereden geliyor? Bu sefer kendi değerlerinizi kutsal hâle dönüştürüyorsunuz. 

Şimdi bir defa Türkiye’de insanlar, yahut toplum katmanları, şunu kabullenmeli: Biz, bu ülkede beraber yaşamak mecburiyetindeyiz. Ben solcuyum, siz sağcısınız. Herkes ama bu ülkede yaşayacak. Kendi hak ve hukukunu koruyacak. Devlet de, bu gruplar zarar vermediği müddetçe, çatışmadığı müddetçe, bunların yaşamlarına karışmayacak; ama bizim devletimiz, her şeye karışıyor. Giyime karışıyor, kuşama karışıyor, her şeye karışıyor. Evet, modern devlet, bazı şeylere karışır. Çocuğunuzu bile yetiştirirken ülkeye, insana zarar veremezsin; ama bizim ülkemizde öyle değil. Bu (devlet), şeklî şeylere karışıyor. Hani bir dönem ibadete karışmış, inanca karışmış, kitaba karışmış, her şeye karışmış. Şimdi eğer bu ülkede, bırakalım, bu gün diyelim iktidar, biraz İslâmcı bir iktidar gözüktüğü için tarikatları konuşuyoruz; solcu bir iktidar gelse, eğer bu devlet kötü kullanılırsa, o da sol derneklere her şeyi yapar. O kadar eğer siz, Gülen cemaatine verdiğiniz imkânları başka bir gruba verirseniz, o grup da aynı şeyi yapabilir. Çünkü siz, devletin yapması gereken işi aldınız, başka birine ihale ettiniz. Bir defa devlet, doğru olmalı, doğru örgütlenmeli. Devlet, hiç kimseye bir ideoloji dayatmamalı. Devletin kuralları belli, demokrasinin evrensel değerleri belli.., özgürlüklerin belli, hukukun belli. Bunları yerli yerine korsanız, kimse, devleti ele geçirse bile, buradan başkalarına bir şey dayatamaz; kimse bir şey kullanamaz. E, bu öyle olmazsa, gücü eline geçiren, her şeyi yapıyorsa, işte bu gün öteki adamın yaptığı gibi ben derim ‘Devletin askerini ele geçirirsem, polisi ele geçirirsem, her şeyi yaparım.’ Çünkü o, şunu görüyor: ‘Türkiye’de’ diyor, ‘güç, bir dönem için askerdedir. Askeri ele geçirirseniz, polisi ele geçirirseniz, yargıyı ele geçirirseniz, MİT’i ele geçirirseniz, her şeyi yaparsınız.’ Halbuki demokratik ülkede böyle bir şey yapamazsınız. Şimdi bu gücü görürseniz, herkes burada örgütlenmeye kalkar, herkes bu gücü bir şekilde ele geçirmeye kalkar. Bir defa oradan bir kurtulmamız lâzım. 

Devlet, devlet olamadığı için, Gülen cemaati devlet olmaya kalkmıştır

Devletin kurumsal yapıları olmalı. Birbirini denetleyen ve kontrol eden sistemler olmalı. Kuvvetler ayrılığı olmalı ve evrensel birtakım değerlerle örgütlenmeli. Buraya her gelen, kendini dayatarak kendi iradesini işletememeli. Maalesef bizde olmuyor. Her gelen iktidar, istediği şekilde idaresini yapabiliyor. Eğer devleti doğru çalıştırırsak, devlet, devlet olursa, herkes yerinde durur; ama devlet, devlet olmazsa, tarikat devleti olur, cemaat devleti olur, dernek devleti olur; bir örgüt de devlet olur. Bizim devletimiz, devlet olamadığı için, Gülen cemaati, devlet olmaya kalkmıştır.”
Geçmişte iktidarın yanı sıra, aydınların ve sol kesimin de darbelerle, çetelerle, derin devletle hesaplaşma konusunda Gülen cemaatinin yaptıklarını alkışladığını hatırlatan Avcı, böyle bir zemin olmasaydı, cemaatin alkışlanmasına da, onların kendilerine böyle bir görev biçmelerine de gerek olmayacağını ifade etti. Avcı, “Biz, devleti doğru çalıştırmazsak, dün Gülen cemaati vardı, yarın başka bir cemaat çıkar” dedi. Avcı, demokratik denetimin sağlanabilmesi için, basının, üniversitelerin, sivil toplumun, demokratik kurumların güçlü olması gerektiğini söyledi. Avcı, “Yoksa hepsini susturmuşsunuz; bir kurum var veya belli bir güç var. Bu güç, istediği gibi devleti yönlendirirse, her gün bir şey çıkar. Bunu önleyemezsiniz.” dedi.

“Türkiye’de en büyük sorun, devletin kendisidir”

Hanefi Avcı, “Sizce Türkiye’de en büyük tehlike nedir?” sorusuna “Türkiye’de en büyük sorun, devletin kendisidir” diye karşılık verdi. Avcı, bu konuda da şunları söyledi:
“Devlet, modern mânâda örgütlenecek. Gerçekten yapması gereken işleri yapabilecek kabiliyet ve nitelikte, liyakatli insanlara görev verecek. Bunu yapmadığı müddetçe devlet, en tehlikelidir. Bakın şu anda insanlar, belli bir kesim, hatta bu kesim, belki halkın dörtte üçü, bu devletten korkuyor. ‘her an’ diyor, ‘beni tutuklayabilirler. Başıma bir şey gelebilir. Mahkemede içeri tıkılabilirim.’ Belli bir kesim, ‘Biz dinleniyoruz’ diye korkuyor. Belli bir kesim, gelecekten (endişeli). ‘Benim başıma her şey gelebilir’ diyor. Halbuki devletin en önemli şeyi, hukuk. Hukukta en önemli şey nedir? Ne yaparsanız, karşılığında ne göreceğinizi başta bilmenizdir. Ben, şunu bilirim: Şu hareketi yaparsam, bunun karşılığında şu cezayı görürüm. Şunu yaparsam, bana kimse bir şey demez. Ben, şunu bilirim: Ceza kanununda yazılı hukuku ihlâl etmediğim müddetçe bana kimse bir şey yapamaz. Ben, her şeyi konuşabilirim, yazabilirim, söyleyebilirim.

Buna inanmam lâzım; ama ben şuna inanmıyorum: -‘Ben’ derken herkesi söylüyorum- İnsanlar diyor ki, ‘Ben bir şeyi konuşurken, iyi niyetle bile eleştirsem, ben tutuklanabilirim, başım belâya kalabilir. Attığım bir tweet’ten dolayı tutuklanabilirim. Söylediğim bir sözden dolayı hakkımda örgüt davası açılabilir.’ Bizim, evrensel hukuka uymayan bir devletimiz ve hukukumuz var. Halbuki şunu bilmeliyiz biz: Bir insan, kanunda yazılı suçları işlemeli. (Sadece kanunda yazılı suçlardan dolayı yargılanmalı). Söyleyerek, konuşarak, yazarak, çizerek insan suç işleyemez. Dünya’da, modern ülkelerde budur. Türkiye’de suç işlenir. (İşlemiş sayılır.) Konuştuğunuzda örgüt propagandası yapabilirsiniz. Hatta örgüte yardım etmiş olabilirsiniz; ama Dünya’da şu: Yazarak, konuşarak, sözle, resimle, şekille örgüt propagandası olmaz. Suç da olmaz. Herkes yazıp söyleyebilmelidir. Kişisel hakaret yapmışsa, hukuk önünde hesabını verir. Tazminatı öder; ama devlet, kamu davası açamaz. Bugün bakıyorsunuz, geçmişte şu veya bu sebeple eleştirmiş veya cemaate yakın durmuş birçok insan, içeride. Gazeteciler içeride. Tutuklanmışlar. Ağır cezalar alıyorlar. Buradan bir şey çıkmaz; ama bu, tüm toplumu korkutur, tüm toplumu ürkütür ve geleceğe çok önemli şey biriktiriyoruz. Halbuki Dünya’da saygı duyulan modern devletler, özgürlüklerin en geniş olduğu, hukukun olduğu, demokrasinin çalıştığı ülkelerdir. Buradaki her devlet yetkilisi, övünecekse, Türkiye’deki hukukla övünebilir, demokrasiyle övünebilir, özgürlükle övünebilir. Bunun dışında bir şeyle övünemezsiniz. Siz burada mutlak iktidar sahibiyseniz, her istediğinizi yapıyorsanız, hiçbir övüneceğiniz şey yoktur. Ancak kendinizle övünebilirsiniz. Dış dünyada size sadece gülerler ve ‘Siz ne kadar kaba saba, vahşi bir adamsınız’ derler. Bunu bilmek lâzım...” 

Askerin konumu

Hanefi Avcı, Yüksek Askerî Şûrâ (YAŞ) kararlarına yönelik eleştirilerin hatırlatılarak görüşünün sorulması üzerine de, Askeriyeyi Emniyet teşkilatı kadar bilmediğini belirttikten sonra, şu değerlendirmede bulundu:
“Türkiye’de askerî kesim, asker, evet devletin en önemli organıdır; ama olması gerekenden çok daha farklı bir konumda duruyor. Geçmişte de öyleydi. Hatta ‘devletin bütün kurumları bir tarafa, asker bir tarafa’ idi. Halbuki evet asker önemli bir kurumdur; ama olması gereken yerde ve şekilde olmalıdır. Devlet içerisinde hatta hükümetlerden üstün, parlamentodan üstün, cumhurbaşkanından üstün bir asker anlayışı olmaması lâzım; ama bizim devlet, maalesef askeri doğru bir yere koyamadı ve askerin bu gücü bilinerek, ülkede demokrasi olmadığı için, hukuk doğru olmadığı için de ‘askere dayanan, o gücü eline geçiren, her şeyi yapabilir. Burayı elden bırakmamak gerekir’ diye bir anlayış oluşmuştur. Kim olursa olsun. Mevcut iktidar da öyle düşünüyor. Diyor ki, ‘Ben, askeri elde tutayım’. Halbuki asker, kendi çizgisinde olsa, bırak kendi hâlinde kalsın. Hiçbir şey yapamaz; ama biz, askeri iç politikada, iç güvenlik olayında kullandığımız için, oradaki her hareket, herkesi çok önemli hâle getiriyor. Bence önce Türkiye, bunu halletmeli. Asker, ülkenin dış güvenliğinden sorumludur. Askeri iç güvenlikte kullanmayacaksınız. İç güvenlikte asla, çok özel durum hariç, olağan üstü bir durum olur, felâket olur, yardım için, destek için çağırırsın; ama sürekli bir iç güvenlik olayında askeri kullanmayı düşünürseniz, bu zaten felâketin büyüğüdür. Türkiye, askeri doğru yere koymadan -sadece dış güvenlikten ve ülke korumasından sorumludur- bunun dışındaki görevlerden almadan bu iş olmaz. Askeriye de kendini hâlâ görevli görüyor. Hatta askerler de kendi kendilerine ‘Ya bizim bu ülkede her şeyi tanzim etmemiz lâzım. Bizim her şeyi yapmamız lâzım. Hatta iktidarı bile bizim sınırlamamız lâzım’ diye inanıyorlar. Diyorlar ki, mevcut bazı komutanlara kızıyorlar; ‘Niye iktidarı sınırlamadın? Niye iktidara (üzerine) yürümedin?’ Hayır. Askerin öyle bir görevi yok. Bu toplum, kendi davasına kendisi sahip çıkacak. Bu toplum çıkmadığı müddetçe, siz askeri dayatarak bir yere gidemezsiniz ve devlette sürekli bir ihtilâl, darbe kargaşası da yaşarsınız. Hayır. Asker, sadece kendi sahasında durmalı. O zaman askerle uğraşmak da kolay olur. Askeriye, kendi sistemini kendisi halleder. Nasıl bu gün Emniyet, kendi işini hallediyor; çok az miktarda dış dünya onu ilgilendiriyor. Maliye’nin sorunları, Nüfus Müdürlüğü, herkes kendi (işini) yapıyorsa, asker de kendi sorununu halleder. Cumhurbaşkanının, Başbakanın, bütün Bakanların katıldığı bir toplantıya bile gerek kalmaz; ama siz ne yapıyorsunuz askere? Çok farklı önem veriyorsunuz. Sadece ülke savunması değil, ‘Başka işte de kullanırım. Gerek olursa her işi yapmakta kullanırım’ diye düşünüyorsunuz. Asker bundan kurtulmadığı müddetçe bunun altından kalkamayız.”

Yeni bir darbe olabilir mi?

Hanefi Avcı, “Türkiye’de darbeler dönemi bitti mi?” sorusunu da cevapladı. “Yaşadığımız sürece bakarak ben, bir darbe ihtimalini yok gibi görüyorum. Tabi çok istisnaî durumlar hariç” diyen Avcı, 12 Eylül’ün ve 28 Şubat’ın aktörlerinin yargılanmalarının, ‘Yarın bir gün siz de iktidarı devirirseniz, yargılanırsınız’ mesajı verdiğini kaydetti. 15 Temmuz’da halkın gösterdiği tepkinin de artık caydırıcı olduğunu ifade eden Avcı, “Şöyle bir ortamda hiçbir kimse deli değildir ki böyle bir maceraya yeltensin. Böyle bir şeyi ben, ihtimal dışı görüyorum. Hiç görmüyorum.” dedi. Askeriyede hiyerarşinin de bozulduğuna işaret eden ve askerlerin kendi içlerinde çok ciddi bir buhran yaşadıklarını belirten Avcı, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Komutanları bir dönem kendilerini koruyamadı. İşte Ergenekon, Balyoz soruşturmaları zamanında yeterli destek görmediler. Sonraki süreçte, 15 Temmuz’da hâlen askerî hiyerarşi içerisinde üst komutanlar, alttaki insanlarla ilgili ‘şu şudur’ diye ortaya inisiyatif koyamadı. İçeride tutuklu askerler bile basından yardım ister hâle geldiler. Bu, içeride hiyerarşiyi bozdu. Şu anda her olaya karşı eleştiriler var. Genelkurmay Başkanını eleştiriyorlar, işte bakanı eleştiriyorlar. Birçok çelişki var. Böyle bir ortamda, birbirlerine güvenmeyen, birbirlerine güvenmeyecek ortam yaşamış insanların bir darbe ortamına girebileceklerine ihtimal vermiyorum. Halkın şu olay karşısındaki durumuna bakarak, böyle bir darbe ihtimalini hemen hemen hiç görmüyorum ben. Bana göre çok ihtimal dışı bir şey.”

Türkiye’de iç çatışma yaşanır mı?

“Gizli Dosya” programında Hanefi Avcı’ya iç çatışma ihtimali görüp görmediği de soruldu. Türkiye’deki fikir, düşünce ve inanç gruplarının kendilerine haksızlık yapıldığını düşünmeleri hâlinde bir rahatsızlık doğacağına işaret eden Avcı, “Bu haksızlık büyürse, artarsa veya daha fazla olursa, bu daha çok kitlenir (katlanır) ve ayağa kalkar hâle gelir. Küçük protestolar, şunlar bunlar yapmaya başlar. Bir müddet sonra bir adım ileriye gidebilir. Bu tip anlayışlar çoğalırsa bu toplum, huzursuz ve gelecekte her şey çıkabilecek bir toplum hâline gelir ve ‘yüzde yüz şu olur’ diyemezsiniz; çünkü hangi olayı hangi kıvılcımın ateşleyeceğini bilemezsiniz” diye konuştu. 

Hak ve hukuka riayet edilen bir toplumda insanların şiddete başvurmayacaklarını belirten Avcı, herkesin hakkını arayabileceği yolların açık olması gerektiğini söyledi. Avcı, halkın yargıya güvenmediğini, yargının âdil çalışmadığını ve bu sebeple mağdur kesimlerin çoğaldığını söyledi. Avcı, “İşte bu ne yapar? Türkiye’deki gayri memnun zümreleri çoğaltır. Bu gayri memnun kesimleri, biri bir gün ateşlerse, bir örgüt de bunu yapabilir, bir dış güç de yapabilir, tabiî kendiliğinden de ayağa kalkabilir. Bu risk, oluşabilir. Bizim, bu sıcak atmosferi soğutmamız lâzım.” dedi.

Hukuk olmazsa, devlet başkanı da olsanız güvencede olmazsınız

15 Temmuz’un ardından başlayan ve o günlerde mazur görülebilecek bir baskı ortamının hâlâ devam ettiğini ve bunun yanlış olduğunu ifade eden Avcı, “Hatta beğenmediği bütün muhalif grupları susturmak, kendini eleştiren herkesi düşman görmek, herkesi susturmak adına yargıyı kullanıyor. Her şeyi kullanıyor. Yargının içindeki bütün gücü de kullandığı için biz, yargıyı daha çok görüyoruz; ama Maliyeyi de kullanıyor. Her türlü devlet kurumunu kullanıyor. Bu, bir yanlışlıktır. Buna bir an önce son verilmesi lâzım. İktidar, kendisi de görüyor ama çare üretmiyor. Ben, partinin de bunu gördüğü kanaatindeyim; ama bunu çözmüyor. Çözmesi lâzım. Türkiye’ye bir defa mutlak manada özgürlükler gelmelidir. Türkiye’de hukuk düzeni kurulmalıdır. Demokratik rejim kurulmalıdır. O zaman herkes güvendedir. Yoksa iktidarın en başındaki de olsanız, korkarsınız. Memur da olsanız korkarsınız. Türkiye’de herkes korkuyor.” diye konuştu.

Kozmik Oda’da ne aradılar?

Hanefi Avcı, Ergenekon operasyonları döneminde gündeme gelen “Kozmik Oda”ya dair soruyu da cevapladı. Gülen cemaatinin orada bu güne kadar meydana gelmiş bütün olumsuz olayların belgelerini bulacağını zannettiğini belirten Avcı, “İyi ki zamanın askerleri, komutanları, orayı açtı. ‘Gelin bakın’ dediler. Öyle bir şey yok” dedi. Bir soru üzerine, “Kozmik Oda’ya girildikten sonra elde edilen bilgilere dayanılarak, Türkiye içinde ve dışında çalışan bazı devlet görevlilerinin suikasta uğradıklarına” dair iddianın gayri ciddi olduğunu belirten Avcı, geçmişte muhtemel bir Sovyet işgaline veya Yunanistan tehdidine karşı tedbirler alındığını söyledi. İşgal durumunda direniş gösterecek kişilerin belirlendiğini ve kullanacakları silahların belli yerlerde toprağa gömüldüğünü anlatan Avcı, ancak bunun gizli olmadığını kaydetti. Bu amaçla Seferberlik Tetkik Kurulu’nun zaman zaman seferberlik görev emri çıkardığını, Emniyetin de bu tebligatları ilgili kişilere imza karşılığı ilettiğini anlattı. 

Avcı, “Bunlardan dolayı kimsenin öldürüldüğünü duymadık. Zaten askerin, sivil sahada görev yapan PKK’ya karşı, DHKP-C’ye karşı, TKPM-L’ye karşı, şu örgüte, bu örgüte karşı bir ajan çalıştırma yetkisi yok. Öyle bir şey yapamaz. Ajan çalıştırma yetkisi, bu örgütlere karşı istihbarat faaliyeti yapma yetkisi, MİT’indir, Emniyet’indir, Jandarma’nındır. Asker, böyle bir görev üstlenemez. Ancak, mevcut olağan üstü hal koşullarında, sıkıyönetim koşullarında, o zamanın gerektirdiği şartlarda belki belli oranda bir şey yapabilir. Yoksa öyle bir görevi yok; ama zannedildi ki, ‘Orada biz, işte yanan bilmem ne gemisinin, kültür sarayının, filan sabotajın planlarını bulacağız’. Hiçbir şey bulamadılar. Devletin gizli planları vardı; ama o planlar da, çoğu o kadar abartılı değildi.” diye konuştu. Avcı, Özel Kuvvetler Komutanlığı kurulduktan sonra o eski yapılanmanın da lağvedildiğini kaydetti.

HABER ERK / https://www.habererk.com/gundem/cemaat-kozmik-odada-aradigini-buldu-mu-h112528.html