Bir demokrasimiz olacak mı?-2

Siyasette 'ehvenişer' mantığı mı hakim?

Bir demokrasimiz olacak mı?-2

Bir demokrasimiz olacak mı?-2: Siyasette 'ehvenişer' mantığı mı hakim?

Ahmet Murat Aytaç: Başkanlık tek kişilik hükümete dönüşünce muhalefet parlamenter sistemi çözüm olarak tasarladı... Berrin Sönmez: Eşitliği aramadan alınacak yol, kırk yıllık darbe anayasasına ulaştırır...


Bu konuda tartışma açılmasının gereği ve yararına Levent Köker’in Birikim dergisindeki yazısı işaret etti: “Başkancı rejim: Popülist yarışmacı otoriterlik mi, diktatörlük mü?” Gazete Duvar yazarlarından Ümit Kıvanç, Köker’in ortaya getirdiği sorunları ve görüşleri aktararak, geçmişin tartışılması üzerindeki fiilî ambargoya dikkat çekti ve, “Bizim sahiden bir demokrasimiz var mıydı?” diye sormadan çıkış aranamayacağını ileri sürdü.

Bugün Gazete Duvar yazarlarından Ahmet Murat Aytaç ve Berrin Sönmez tartışmaya katkılarını sunuyorlar.

Aytaç’a göre, “restorasyoncu bir anlayışla parlamenter sistemi yeniden kurma”nın çözüm olarak gündeme getirilebilmesinin temelinde, kendini kötünün iyisini seçmeye mecbur hissetme gibi bir psikolojik etken yatıyor: “Mümkün dünyaların en kötüsünde yaşadığımız inancı siyasal hayatta genel bir ehvenişer mantığının hakim olmasıyla sonuçlanıyor.”

Berrin Sönmez ise “ucube sistemden çıkış arayışına katılması beklenen muhalefet partileri”nin bu arayışa mesafeli durduğuna dikkat çekiyor: “Oysa rejim değiştiğinde otomatik olarak muhalefet etme biçimi değişmeliydi. İktidarın blok olarak hareket etmekten çekinmediği siyasal ortamda muhalefetin blok olarak hareket etmekten kaçınması rasyonel değil.”

AHMET MURAT AYTAÇ: BAŞKANLIK TEK KİŞİLİK HÜKÜMETE DÖNÜŞÜNCE MUHALEFET PARLAMENTER SİSTEMİ ÇÖZÜM OLARAK TASARLADI

Ahmet Murat Aytaç

Eski rejim kavramı bugünlerde resmî adıyla Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçilmeden önce Türkiye’de yürürlükte olan siyasal düzeni anlatmak için kullanılıyor. Muhalefetin eski rejimin kusurlarını bugünkü rejim değişsin diye görmezden geldiği görüşü esas olarak doğrudur. Kendini muhalif olarak tanımlayan neredeyse herkesin ortak duygusu Türkiye’nin önceden eşi benzeri görülmemiş bir baskı süreci içinden geçtiği yönünde. Mümkün dünyaların en kötüsünde yaşadığımız inancı siyasal hayatta genel bir ehvenişer mantığının hakim olmasıyla sonuçlanıyor. Mesela birçok sol seçmen İYİ Parti’yi MHP’ye Gelecek Partisi’ini AKP’ye göre tercihi şayan kabul ediyor. Siyasetin işleyişi daha az kötü olanı belirlemeyi sağlayacak bir kötülük muhasebesi tarafından yönlendiriliyor. Rejim tartışmalarının da bu muhasebeden bağımsız olduğu söylenemez. Türkiye’deki biçimiyle başkanlık sisteminin tek kişilik hükümete dönüşmesi karşısında muhalif güçler restorasyoncu bir anlayışla parlamenter sistemi yeniden kurmayı çözüm olarak tasarlıyorlar.

Ancak bildiğim kadarıyla hiç kimse hükümet sistemini eskiden nasılsa o şekilde yeniden ihya etmek gibi bir projeye sahip değil. Fakat hükümet sisteminin devleti yapılandıran egemen iktidardan ayrı ele alınması, egemenlik anlayışının bir ulusal mesele olarak tanımlanması ve siyaset üstü bir konuma yerleştirilmesi genel bir eğilim olarak hakim durumda. Muhaliflerin çoğu hükümet sistemi açısından güçlendirilmiş parlamenter sistem adını verdikleri bir çözümde mutabık kalmış gibi gözüküyor. Bununla kuvvetler ayrılığının yeniden tesis edilmesi, güçlü bir denge ve denetleme mekanizmasının oluşturulması, yasamanın daha etkin kılınmasını sağlayacak prosedürlerin geliştirilmesi gibi reformlarla parlamenter sistemin işleyişinin pekiştirilmesini anlıyorlar. Mesela CHP böylesi bir dönüşümün çözmesi beklenen siyasi sorunları “Cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmak” formülü çerçevesinde özetliyor. Kılıçdaroğlu, çok partili hayata geçiş sonrasında askeri bürokraside kendini milli iradeden üstün gören bir vesayetçi anlayışın geliştiğini, daha sonra bu anlayışın metastaz yaparak sivilleri de zehirlediğini savunuyor. Bugün yaşanan otoriterleşmeyi milli iradeyi yadsıyan bir sivil vesayet şeklinde açıklayınca, çözüm de haliyle milli iradenin yeniden hakim kılınması olarak görülüyor.

Halbuki Türkiye’de yaşanan otoriterleşme süreci devletin tarihsel olarak koşullandırılmış tekçi, hak ve özgürlükleri talileştiren yapısından bağımsız ele alınamaz. Yani milli irade anlayışını bugüne kadar nasıl geldiyse o şekilde yeniden hakim kılmak çözüm olmak şöyle dursun bizzat sorunun kendisini temsil ediyor. Zira bir siyasal rejim sadece hükümet sisteminden ibaret olmayıp hüküm süren genel devlet anlayışından bağımsız düşünülemez. Burada etnik, dini veya başka açılardan farklı olanları işaretleyen, emeğiyle geçinen insanları sömüren, itirazı olanları yalnızlaştırarak susturmaya çalışan, uyum sağlamamak için direnen insana yönelik genel saldırganlık eğilimine dikkat çekmek istiyorum. Eski rejim ve yeni rejim tartışması, sürekli olarak hınç ve nefret biriktiren, kökleri tarihsel olarak çok daha derinde yatan bir “kötülük rejimi”nin işleyişini görünmez kılmaktadır. Bu kötülüğün ulaşabileceği düzeyin veya alabileceği farklı biçimlerin sınırlarını öngörebilmek hiç de kolay değil. Yeri geliyor ölüler mezardan çıkarılıyor, yeri geliyor deprem yaşamış kentlerin felaketi karşısında sevinç naraları atılıyor. Bu kadarı da olmaz dediğimiz her durumda yanıldığımızı görüyor ve daha kötüsünün mümkün olabileceğini anlıyoruz. Türkiye’de kötülüğün birikim rejimi hep bir daha fazlasının mümkün olduğu bir habislik üretim mekanizması şeklinde iş görüyor.

Özgürlük, eşitlik ve adalet arayışımızda bize kötünün iyisini bulmayı yahut ehvenişer mantığını dayatan koşullar bu habislik atmosferin ürünü. İnsanların neredeyse 12 Eylül’ü arar hale gelmesi, eski rejime dönüş dışında bir alternatif olmadığına inanmaya başlaması, bu iklimde yaşamanın geliştirdiği bir düşünme tarzını temsil ediyor. Oysa ehvenişerciliğin kendisi de bir kötülük gramerinden başka bir şey değil. Ahlaki ölçütleri birbiriyle bağdaşmayan insanların, siyasi programı birbirine taban tabana zıt hareketlerin daha büyük kötülük olarak gördükleri bir güç karşısında ittifak edebilmesi bu gramerin kullanılmasıyla mümkün hale geldi. Ancak bu mantık bugüne kadar işlenmiş suçları mazur gösteren, hukuksuzluğu bir derece sorunu olarak görüp doğallaştıran, siyasi sorumluluğun kapsamını daraltan bir etki de yaratıyor. Daha az kötüyü seçmekle yetindiğimizde bize bu seçenekleri dayatan, bunları bizim için bir seçenek haline getiren devlet aklıyla mücadele etmek, onu dönüştürmek gerektiği gözden kaçabiliyor. İnsanlar bir aşamada daha az kötünün de aslında kötü olduğunu unutuyor ve iyiyi aramaktan vazgeçiyor sanki. Benim açımdan Türkiye’de özgürlükçü siyasetin kutup yıldızını, öyle söylendiği hiçbir şeyin siyaset üstü kabul edilemeyeceğini, milli irade veya ulusal güvenlik gibi kavramlar da dahil, her konunun siyasi mücadelenin bir parçası olduğunu kabul eden yaklaşım oluşturuyor.

BERRİN SÖNMEZ: EŞİTLİĞİ ARAMADAN ALINACAK YOL, KIRK YILLIK DARBE ANAYASASINA ULAŞTIRIR

Berrin Sönmez

Sistem eleştirisi, ‘gerçeklerin dayattığı’ bir zorunluluk olarak iktidar ittifakından önce ve hatta muhalefet partilerinden de daha belirgin olarak sivil muhalif grupları bir araya getiren temel dinamik sayılabilir. “Ucube sistem” sıfatını kullanmıştım, anayasa değişiklik paketi gündeme geldiği zaman ve bu ucube sistemi, bitimsiz olağanüstü hal düzeni olarak tanımlamıştım. Levent Köker’in de ‘uyduruk Türk tipi başkanlık’ sıfatıyla andığı sistem günümüzde nefes alamaz hale getirdi pek çok kişiyi ve arayışlar başladı. Kurumsal tahribat ve ‘majestelerinin yargısı’ unvanını hakkıyla taşıyan hukuksuzluk düzeni, pek çok kişi ve grubu sistem tartışmalarına yöneltiyor. Kitlesel muhalefet olarak isimlendirilebilecek sorumlu yurttaşlık bilinciyle şekillenmekte olan grupların kendi içinde farklı öncelikleri olduğu gibi muhalefet partileriyle de neredeyse kan uyuşmazlığı denecek derecede aykırı düştüklerini söyleyebilirim.

Ucube sistemden çıkış arayışına katılması beklenen muhalefet partileri, umulanın aksine, eski tip muhalefet refleksiyle mesafeli durdu. Eski tip muhalefetten kastım 2010 öncesindeki kategorik AKP karşıtlığı üzerine kurulu politikalardır. Böylesi bir karşıtlık politikasının, geçmişte Adalet ve Kalkınma Partisi’nin güçlenmesine yarar sağladığı kanaatiyle muhalefet, politika değiştirdiği için kitlesel muhalefetin demokrasi taleplerine de mesafeli duruyor. Sistemin dayattığı ittifak zorunluluğuna rağmen henüz seçim tarihi belirlenmeden muhalefet bloku oluşturmayı sakıncalı görmeleri, muhalefetin geçmişte yaşadığını düşündürüyor. 2017 hatta 2010 öncesindeki siyasal ortamda yaşanan seçim başarısızlıklarından çıkarılan ders, bugün muhalefet partilerini, yoğurdu üfleyerek yemeye sevk etmiş görünüyor. Oysa rejim değiştiğinde otomatik olarak muhalefet etme biçimi değişmeliydi. İktidarın blok olarak hareket etmekten çekinmediği siyasal ortamda muhalefetin blok olarak hareket etmekten kaçınması rasyonel değil. Eski hataları tekrarlamayalım derken yeni hatalara imza atıyorlar. Seçim ittifakını açık etmekten kaçınma çabası günümüzde yersiz hale gelmiştir. Bugünden, blok olarak hareket etmenin yollarını bulmaları beklenir. Üstelik sadece seçim ittifakı yetmez seçim sonrası için uzlaşmaları, prensipler belirlemeleri gerekir. Tek adam rejiminden çıkış için nasıl bir düzen tasavvur ettiklerini ve bunu ne şekilde gerçekleştireceklerine dair ortaklaştıkları yol haritalarını kamuoyuna ilan etmeliler ki seçmen muhalefete güven duysun.

DUVAR