Günü kurtarmak için af işe yarar mı?

'CUMHURİYET DÖNEMİNDE 47 AF KANUNU ÇIKARILDI'

Günü kurtarmak için af işe yarar mı?

Günü kurtarmak için af işe yarar mı?

Başka hukuk dalları ile çözülebilecek problemlere ceza hukukunun uygulanmasının sorun olduğunu söyleyen Prof. Dr. Adem Sözüer "Ceza hukuku son çaredir, seçenekler tüketildiğinde başvurulmalıdır" dedi.

Zafer Kıraç* kiraczafer@yandex.com 

DUVAR - Türkiye’de 2005 yılında bazı kesimler tarafından bir devrim olarak nitelendirilen İnfaz Kanunu yürürlüğe girdi. Ancak 2005 yılından bu yana 39 defa değişikliğe uğradı. Önümüzde Meclis'e gelmiş yeni bir düzenleme daha var. İstanbul Üniversitesi Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Adem Sözüer konuyla ilgili sorularımızı yanıtladı.

'CUMHURİYET DÖNEMİNDE 47 AF KANUNU ÇIKARILDI'

Af mı? İnfaz düzenlemesi mi? Bu soruların karşılığı nedir? 

Anayasamıza göre af kanunu çıkarmak için TBMM’de beşte üç çoğunluk gerekli. Bu da tabii büyük bir uzlaşmayı gerektiriyor. Bunu sağlamak zor. Bir de af terimini kullanmak siyaseten riskli görülüyor. Bu nedenlerle adına af kanunu denmeyen aflar yapılıyor. Anayasa, "beşte üçü sağla" derken, aslında kanun koyucuya "ikide bir af yapma" diyor. Diğer yandan toplumun tepkisini önlemek için bazı suçların affedildiği açıkça söylenmez. Terör, uyuşturucu madde ticareti, cinsel saldırı, öldürme suçları gibi... Aslında bu suçlarda da, infaz düzenlemesi adı altında aflar uygulanır. Cumhuriyetin ilk elli yılında 1974 affına kadar adı af olan kanunlar çıkarılmıştır. Ama bu kanun "anarşistler affedildi" diye sürekli eleştiri konusu oldu. Bunun üzerine, 1974 yılından sonra aflar, infaz indirimi, erteleme adı altında yapıldı. Rahşan affı olarak adlandırılan kanunun ismi de af değil, şartla salıverme ve erteleme kanunudur. Ülkemizde Cumhuriyet döneminde 47 af kanunu çıkarılmıştır. Bunların 27 adedinin adı af kanunudur. Diğerleri ise erteleme, şartla salıverme gibi isimlendirilmiştir. Kanun koyucu siyasi nedenlerle, bunlara açıkça af demese de bunların hepsi, af uygulamasıdır.

Mevcut yasal düzenlemeler yeterli değil mi? Sizce iktidar böyle bir düzenlemeye neden ihtiyaç duyuyor? 

Türk Ceza Hukuku reformunun mantığında, makul sürede hızlı yargılama, tutuklama yerine adli kontrol, belli bir ağırlığa ulaşmamış fiiller için ise seçenek yaptırımlar var. Çocuklar için yine hafif suçlar diyebileceğimiz fiiller için kişileri adli sistemden çıkarmaya ve fakat denetlemeye yönelik tedbirlerimiz, çözümlerimiz var. Bunların aksine biz hiç dava açılmaması kovuşturma aşamasına geçmemesi gereken dosyalarla, iade edilmesi gereken iddianamelerle iki üç celsede bitecek yargılamalarla mahkemelerin iş yükünü artırıp sistemi işlemez hale getiriyoruz. Üzerine bu uzunluğu ve infaz sürelerindeki oynamaları tolere etmek için tutuklamayı peşin ceza gibi ve caydırma amacıyla kullanıyoruz. Ceza alsa da cezası infaz edilmeyecek, ceza alsa da kim bilir kaç yıl sonra infaz edilecek diyerek baştan kişinin aklı başına gelsin, toplumun tepkisi dinsin diye kişileri tutukluyoruz. Sonra "cezaevleri doldu" deyip, "haydi boşaltalım" diyoruz.

Nisan 2022 itibariyle tüm kapasitesi 276 bin kişilik olan infaz kurumlarımızda 315 bin kişi var. Ancak 2022 yılında COVID-19 izniyle dışarıda kaç kişi olduğunu bilmediğimiz için net bir kapasite aşımı sayısı vermek güç. Bu kapasite aşımı 2021 Şubat’ta 78 bin kişiymiş. Kapalı infaz kurumlarında Nisan 2022’de 40 bin tutuklu 170 bin hükümlü kişi var. Neredeyse infaz kurumundakilerin beşte biri tutuklu. Üstelik kanunda olmayan, “içtihat yoluyla” bir “hükmen tutukluluk” icat edildi. Bunlar tutuklu sayısına dahil edilmiyor. Ama hükmen tutuklular da kanunumuza göre tutuklu statüsündedir. Hükmen tutuklular da dahil edildiğinde, dünyada nüfusa oranla en çok tutuklusu olan ülkelerden biriyiz. Üstelik tutuklamada en güvenceli kanuni düzenlemelere rağmen durum bu.

Adem Sözüer

‘TOPLUMSAL UZLAŞI SAĞLANMALI’

Ceza adaleti açısından bu düzenlemenin kamusal faydası nedir? Ceza İnfaz Yasası çok sık değişiklik geçiriyor, bu durum adaleti sağlamada sorun yaratmaz mı? 

İnfaz Kanunu yürürlüğe girdiği 2005 yılından beri 39 defa değişikliğe uğradı. Açık infaz kurumlarına ayrılma yönetmeliği ise 6 defa. Bu değişikliklerden ses getirenler ise elbette “cezanın yatarını” değiştiren düzenlemeler. Mevzuatı şu an bir hukukçunun dahi takip etmesi çok güç. Bu değişikliklerin birçoğunu af yasası çıkartmanın usulî güçlüklerinden kurtulmak için infaz yasaları üzerinden yaptı siyasiler. Temel amaç ceza infaz kurumlarındaki yoğunluğun azaltılması, infaz süreleriyle oynanarak kişilerin salıverilmesiydi.

Böyle düzenlemeler adına açıkça af düzenlemesi denilerek, eşitlik ilkesine uygun şekilde çıkarılmalı. İşlenen suçun mağdurlarının sesleri dinlenerek, toplumsal uzlaşı sağlanarak meclise gelmeli. Bu yapılmazsa, cezasızlık algısının, adaletin sağlanmadığına ilişkin düşüncelerin güçlenmesi kaçınılmazdır. Bu da ancak günü kurtarmak, infaz kurumlarındaki kalabalığı gidermek için adli sistemi içinden çıkılmaz başka sorunlara sürüklemektir. En başta bu tarz düzenlemeler, cezalandırmanın amacı infaz sistemimizin amacıyla bağdaşmaz.

‘HER 272 MAHPUSA 1 PERSONEL DÜŞÜYOR’

Hapishaneler çok kalabalık, kapasitesinin çok üzerinde mahpus barındırıyor. Doldur boşalt sistemi var. Sizce bu durumda rehabilitasyon mümkün mü? 

Şu an infaz kurumlarında, hükümlüler kuruma kabul edilirken çeşitli test ve kişilik envanterleri uygulanıyor. Risk analizi yapılıyor. Sonrasında ise hükümlünün de katılmak istemesi durumunda grup görüşmeleri ile sosyal çalışmacılar mevcut programdan birini uygulamaya çalışıyor. Ancak kurum dışında birinin bu programların etkinliğine ve tam olarak hangi infaz kurumunda nasıl işlediğine ulaşması pek mümkün değil. Bizlerin de akademik çalışma yapmasına müsaade edilmiyor. Bürokratik engellere takılıyoruz.

Hapishane nüfusunun fazlalığı ve personel sayısının yetersizliği etkin bir rehabilitasyon programı uygulanmasının önündeki en büyük engel. Mahpusların değerlendirilmesi ve etkinliklerin yönetilmesi için toplam 1100 personel var, bu her 272 mahpusa 1 personel düşüyor demektir. Bizim bir hükümlünün ihtiyaçlarına, risk durumuna göre özelleştirilmiş bireysel programlara ihtiyacımız var. Ancak bu şekilde tekerrürü önleyebiliriz. Bu oranlarla ise bunu sağlamak mümkün değil.

Rehabilitasyon, ıslah konusuna geldiğimizde ise mevcut düzenlemelerimiz zaten bu amaçları taşıyor. İnfaz süreleriyle tepkisel değişikliklerle oynanmaz, infaz kurumlarının alt yapıları iyileştirilirse sorunlar çözülecektir.

Bir diğer problem ise açık ceza infaz kurumlarına ayrılma konusunda. Biliyorsunuz idare ve gözlem kurullarına değerlendirme yetkisi verilmiş halde. Fakat infaz sisteminde bir hükümlünün “iyi halli” olması infaz tehlikeliliğine göre değerlendiriliyor, kriminolojik tehlikeliliğine yönelik değil. Bu ise kişinin yeniden suç işleyip işlemeyeceğine göre bir değerlendirme yapmıyoruz anlamına gelir. İnfaz sistemimizin tıkanmasının, afla veya bireysel olarak salıverilen kişilerin kısa sürede başka bir suç işleyerek kurumlara dönmesinin başlıca sebeplerinden biri bu. SPACE I raporu verileri de bunu destekler görünüyor. Rapora göre, 2020 yılı boyunca infaz kurumuna giren 34 bin kişi, yükümlülüklerini ihlal ettiği için yeniden kuruma dönmüş. Bu zaten bir şeyleri yanlış yapıyoruz demek.

Adalet Bakanı 'Bir gün bile olsa hapse girilmelidir' dedi. Bu bakış açısıyla bir suç politikası olabilir mi? 

Cezaların “kesinliğinin” ceza yaptırımının caydırıcılığı üzerinde etkisi olduğunu biliyoruz. Aflarla, doldur boşalt politikaları ile cezaların etkisinin maalesef azaltıldığını da görüyoruz. Bu durumdan şikâyetçi olanlar için Adalet Bakanı’nın yaptığı açıklama ilk anda kulağa işe yarar bir çözüm gibi gelebilir. Fakat bu açıklama, sorunun kaynağına müdahale etmediği gibi kısa süreli hapis cezalarının sakıncaları caydırıcılığa yapacağı etkiyi önemsiz kılacak düzeyde. Aslında dünya genelinde ifade özgürlüğünü korumak için artık suç olmaktan çıkarılması düşünülen, yalnızca tazminat gibi özel hukuk yaptırımları ile çözülmeye çalışılan fiillerle insanları ceza infaz kurumlarına kapatmak yarar sağlamaktan çok zarar verecek bir çözüm.

Şöyle düşünün, hayatında ilk defa suç işlemiş işinde gücünde bir insanı düşünün, bu kişiyi biz iki yıl veya daha az süreli cezayı gerektiren bir fiilden dolayı kuruma koyarsak, bu tutuklama ile veya mahkûmiyet ile olabilir, kişi işini kaybedebilir. Hem kurum içerisinde suçlulardan olan bir çevre edinebilir, yeni suçların işlenme yöntemlerini ve bunları meşru kılacak gerekçeleri öğrenebilir. Öte yandan, mevcut sosyal çevresinden dışlanabilir. Özetle, biz aslında topluma çok kolay şekilde yeniden entegre edeceğimiz bu kişiyi devlet eliyle toplumdan uzaklaştırmış ve daha tehlikeli, yeniden suç işleme riski daha yüksek biri haline getirmiş oluruz.

Bu nedenle sistemimizde kişileri ceza adalet sisteminden olabildiğince erken uzaklaştırmak için çözümlerimiz var. Çocuklar için daha da geniş bu düzenlemeler. Kovuşturmanın açılmasının ertelenmesi, yargılama esnasında tutuklamanın son çare olarak uygulanması, alternatif adli kontrol tedbirlerine başvurulması, hüküm giydi ise kişi seçenek yaptırımlara başvurulması gibi. Bu tedbirlerin tamamı, hafif bir suç işlemiş kişiyi toplumdan koparmadan iyileştirmeye yönelik. Kısaca, infaz sistemimizin amacı, Adalet Bakanımızın yaptığı açıklama ve bu açıklamanın olası olumsuz sonuçlarının tam karşısında yer alıyor. Bu nedenle “her canlı bir gün ölümü tadacaktır” gibi “bir gün dahi olsa cezaevine koyalım” düşüncesi hem kanunlarımızda öngörülen sistemle hem modern suç politikasının ana ilkeleriyle hem de cezalandırmanın amacıyla açıkça çelişmektedir.

Popülist yaklaşımları bırakarak cezaları artırmak yerine, seneler süren ceza yargılamalarını kısaltmak için mevcut kanunu doğru ve etkin uygulayacak politikaların geliştirilmesi, hükmedilen cezanın etkin şekilde infaz edilmesi, infaz devam ederken risklerin tespit edilmesi ve kişilerin şartla salıverme sonrası denetimli serbestlik kapsamında etkili şekilde topluma kazandırma ve takip uygulamalarının yapılmasıdır.

‘DÜNYADA EN ÇOK HÜKÜMLÜ VE TUTUKLUYA SAHİP 17'NCİ ÜLKEYİZ’

Başka ülkelerle kıyaslama yaparsak nerede hata yapıyoruz? Reform yerine geri adımlar mı atılıyor? 

İyi bir soruşturma yapmadan dava açılır, iddianamenin iadesi etkili uygulanmazsa, bir iki oturumda bitecek davalar bir iki yılda bitirilirse yargılamalar uzar. Adli sistem kilitlenme noktasına gelir. Yargılama sürelerimiz uzun, 2021 adli istatistiklerine göre ilk derecede ortalama yargılama süresi ceza mahkemeleri için 264 gün, Yargıtay’da 328 gün, bölge adliye mahkemelerindeki süreye ilişkin veri yok. Temyiz yolu açık bir yargılama için en iyi ihtimalle 3-4 yıl demek bu. Yine aynı sene içerisinde toplam açılan davaların yüzde 15’inde beraat kararı verilmiş. Bunların bir kısmının etkin soruşturma yapılmadan kovuşturmaya geçen dosyalar olduğu açık.

Avrupa Konseyi ülkeleri içerisinde en çok hapishane nüfusuna sahip ülke artık Türkiye. 100 bin kişide 325 kişi tutuklu veya hükümlü. Ortalamanın neredeyse üç katı üstündeyiz. Dünya geneline baktığımızda da en çok hükümlü ve tutukluya sahip 17'nci ülkeyiz. Aynı zamanda Konsey içerisinde denetimli serbestlikle cezası infaz edilmeye devam edilen ve tüm infaz kurumu nüfusu toplamı yine Avrupa ortalamasının üç katı. Buna baktığımızda Türkiye’de ceza hukuku yaptırımlarının aşırı kullanımına ilişkin sorunları işaret ettiğini söyleyebiliriz.

Demokratik hukuk devletlerinde “dekriminalizasyon” yani suç olmaktan çıkarma akımı devam ederken biz hem cezaları artırıyor hem de kanunilik ve ceza hukukun son çare olması yani ultimaratio ilkesine aykırı yeni suç tipleri ihdas ediyoruz. Örneğin Türk Ceza Kanuna 217/A madde ile yeni eklenen kamuoyunda “dezenformasyon” adlandırılan suç. Hem gerekli değil hem suçun tanımı belirsiz. Diğer bir örnek, 2005 Türk Ceza hukuku Reformu ile tedavi ve terapi öngörülen uyuşturucu madde kullananlara, sağlık tedbiri yerine ağır şekilde cezalandırma politikasına geçilmesi. Sağlık tedbiri veya diğer önlemlerle çözebileceğimiz toplumsal sorunlar için ceza hukukunu devre dışı bırakmalıyız. Tutuklamayı peşin cezalandırma, toplum tepkisini gidermek için bir araç yerine kullanmayı bırakmalıyız. Yargılamaların makul sürede bitirilmesini temin etmeliyiz. İnfaz sistemimizi amacına uygun şekilde tutarlı hale getirmeliyiz. Önemli olan bu sorunlara çözüm bulmayı istemek. Hapishane nüfusu bütün sistemdeki sorunların yalnızca bir sonucu.

Bir söyleşinizde, ‘Cezaevlerine girmemesi gereken insanlar var’ dediniz. Ne demek istediniz?

Adli sistem dışına çıkarılması gereken kişiler, suç olmaktan çıkarılması gereken fiiller hala sistemimizi meşgul ederken biz ne yargılamaların uzunluğunu ne de ceza infaz kurumlarındaki yoğunluk sorununu çözebiliriz. Örneğin 2021’de hapis cezası içeren mahkûmiyetlerin yüzde 10,9’u şerefe karşı suçlar. 2020 adalet istatistiklerine göre 12 bin kişi uyuşturucu ticaretinden 11 bin kişi ise yalnızca satın alma ve kullanmadan dolayı ceza infaz kurumuna girmiş. Yalnızca uyuşturucu kullandığı için infaz kurumuna gidenler var.

Öncelikle seçenek yaptırımları uygulayacağız, tutuklama yerine adli kontrol tedbirlerine yöneleceğiz. Başka hukuk dalları ile çözülebilecek problemlere ceza hukukunun uygulanması böyle içinden çıkılmaz sorunlara neden olabiliyor. O yüzden diyoruz ki ceza hukuku son çaredir, diğer tüm seçeneklerin tüketildiği anda başvurulmalıdır. Hürriyeti bağlayıcı cezalar ise ceza hukuku içerisindeki son çaredir. Biz son başvuracağımız çözüme ilk anda sarılıyoruz. Öncelikle bunları çözmeliyiz.

*İnsan Hakları Çalışanı

DUVAR