Herkesin aklında aynı soru: Savaşın neresindeyiz

ANKARA NE YAPACAK? YA ABD?

Herkesin aklında aynı soru: Savaşın neresindeyiz

Herkesin aklında aynı soru: Savaşın neresindeyiz

Hafta içinde Türkiye bayram tatilinde iken dünyanın gündeminde yer kürenin dört bir tarafındaki savaş belirtileri vardı. Bir dünya savaşının eşiğinde olup olmadığımız herkesin aklındaki soruydu.

Kayahan Uygur yazdı...

Ukrayna krizi şiddetlenerek devam ederken İran’ın İsrail’e saldırıp saldırmayacağı, bu saldırının boyutları ve hangi hedeflere yöneleceği tartışılıyordu. Tüm bu sorulara cevap vermenin tek bir yolu var, o da ABD dış politikasını anlamak. Kissinger’in zamanında yaptığı öngörüler bize bu konuda ipuçları verebilir. Bu yazımda bunları ele alacağım ama öncelikle bizi yakından ilgilendiren kuzey komşumuzdaki savaşın hangi aşamada olduğuna bir göz atalım.

KRİTİK AYLAR

Önümüzdeki birkaç ay özellikle Ukrayna cephesinde çok kritik. Zelenski sürekli “imdat” çağrıları yapıyor, mühimmatı tükeniyor ve yeterli askeri yok. ABD Kongresinde bloke edilen yardım paketi zamanında ulaşmazsa geri çekilmek zorunda kalacağını hemen her gün tekrarlıyor.

Rusya ise savaş ekonomisinin parçası haline getirdiği sanayisi ve Çin ve Kuzey Kore ile dayanışması sayesinde ambargolardan kaynaklanan sıkıntılara öngörülenden çok daha iyi cevap veriyor. Haziran ayında Ukrayna cephesine ilave 300 bin asker daha yollayacak. Çamurlu toprağın iyice kuruduğu yaz başlangıcında Putin’den büyük bir tank saldırısı bekleniyor.

Ukrayna-Rusya dengesini bozabilecek son ayların en ilginç gelişmesi ise ülkemizle ilgili. Bu krizde önceleri tarafsız görünen, hatta arabulucu rolü oynamaya çalışan Ankara’nın ABD’nin istekleri doğrultusunda Ukrayna’ya yanaştığı yorumları yapılıyor.

ANKARA NE YAPACAK? YA ABD?

ABD Dışişleri Bakanı’nın askeri işlerle sorumlu yardımcısı Jessica Lewis’in geçen hafta Ankara’ya gelerek askeri mühimmat fabrikalarını gezeceği ve silah sanayicileri ile konuşacağı ABD tarafından duyurulmuş iken bu konu daha sonra medyada yer almadı.

Türkiye ile ABD arasındaki karşılıklı temaslar geçtiğimiz ay Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Washington ziyaretiyle yeni bir aşamaya ulaştı. Şimdi 9 Mayıs tarihli Erdoğan-Biden buluşması merakla bekleniyor. Putin’in defalarca ertelenen Türkiye ziyaretinden ise henüz bir haber yok. Biden-Erdoğan görüşmesinin Rusya’da Nazi Almanyası’na karşı “Zafer Günü” olarak kutlanan bir tarihe denk düşmesine Rusların nasıl bir tepki verecekleri bilinmiyor.

Son aylarda dünya medyasında genel kanı Ankara’nın İsveç’in NATO’ya girişine uyguladığı vetoyu kaldırmasından itibaren giderek ABD’ye yakınlaştığı yönünde. Bunun ülkemiz ve dünya açısından ne ifade ettiğini anlamak için önce olaya ABD boyutundan bakmalıyız.

Bugün Biden yönetimi tarafından temsil edilen ABD dış politikasını amaçları nelerdir? Bizden ne ister ve ne umar? Bunun anahtarını bize ABD dış politikası üzerinde çok uzun bir süre etkisi olan Kissinger’in eserleri veriyor. Geçen yıl 29 Kasım'da 100 yaşında ölen Kissinger’in 2001 yılında yayınlanan “Amerika’nın bir dış politikaya ihtiyacı var mı? 21'inci yüzyıl için bir diplomasiye doğru” adlı eseri bu konuyu irdelemek isteyenler için çok pratik bir rehber olabilir.

ULUS DEVLET KAVRAMI NEDEN TERK EDİLDİ?

Kissinger bu eserinde bize dünyada uzun bir süre 1648 tarihli Vestfalya anlaşması gereğince ulus devletlerin tam egemenlikleri ve birbirlerinin iç işlerine karışmamaları ilkelerinin geçerli olduğunu anımsatıyor. Ancak 20’inci yüzyılda bu ilkeye itirazlar başladığını ve son dönemlerde de bunun tam tersine “müdahale hakkı” diye bir kavram geliştirilmeye çalışıldığını anlatıyor.

Ulusların birbirlerinin iç işlerine karışmama ilkesi uzun ve kanlı mezhep savaşları sonunda ortaya çıkmıştı. Devletler ve kiliseler birbirlerine “gerçek dini” ve “temiz inancı” götürmek adına katliamlar yapmışlar, baba oğula, kardeş kardeşe düşman olmuştu. Ulus devlet ilkesi buna bir çözüm olarak ortaya atılmış, kargaşaya son vermiş ve ülkelerin gelişim ve tercihlerinde iç dinamiklerin öne çıkması kabul edilmişti. 20’inci yüzyılın son dönemlerden itibaren ise başka ülkelere “demokrasi götürme” adına dünya adeta 1648 öncesine dönmekteydi ve “gerçekçi diplomasi” akımının sembol ismi Kissinger buna sıcak bakmıyordu.

Henry Kissinger'a göre, 20. yüzyılın sonundaki Amerikan dış politikası bir paradoksa dayanıyordu: Dış politika olmayan bir dış politika. Soğuk Savaş'ın sonunda Amerika Birleşik Devletleri o kadar güçlenmişti ki " bir dış politikaya olan ihtiyacını sorgulamıştı ". O andan itibaren, dış politika tanımı yararsız bir kavram olarak mantıksal tutarlılığını kaybetti ve sıklıkla "kendini beğenmişlik" ile ulusal çıkarı birbirine karıştırdı.

Yirminci yüzyılın son on yılında ABD tarafından üstlenilen çeşitli “insani maceralar” bunu göstermektedir: Somali, Haiti, Bosna, Kosova… Kısacası, ABD tutarlı bir dış politika yerine tepkisel, parçalı bir dış politika izlemekten memnundur. Kissinger bu eserini yazdığı sırada 11 Eylül olmamış, Irak ve Afganistan müdahaleleri yapılmamıştı. Ancak bu iki örneğin de öncekilerden farksız olduğunu söyleyebiliriz.

Kissinger’in saptamasını başka bir açıdan ele alırsak ABD’nin Soğuk Savaş zaferinden sonra kapitalizm tek merkezli hale geldi. “Emperyalizm” yani bir imparatorluk kurma çabası ABD açısından başarıya ulaştı. Kısacası artık “emperyalizmden” değil “empire” den söz etmek gerekiyordu. Küreselleşme denilen süreç da aslında ABD’nin yer küreye tamamıyla egemen olmasıydı.

KÜRESEL ABD’NİN DOGMALARI

ABD’de dış politika konusunda eskiden beri iki akım vardı. Bu iki akımdan birincisi Amerikan ideallerini tüm dünyaya kabul ettirmek şeklindeki Wilson ilkelerini önceleyen akımdı ve 20’inci yüzyılın sonunda ABD tek süper devlet olarak ortaya çıkınca bu eğilim haliyle güç kazandı.

Ancak 1648 öncesine dönüş ile yani ulus devletlerin reddedilmesiyle birlikte o zamanki Katolik ya da Protestan kiliseleri gibi ABD’deki düşünce kurumları da birçok dogmalar geliştirmeye başladılar. Bunlardan biri serbest piyasa ile Anglosakson tipi liberal demokrasinin birbirlerinin tamamlayıcı parçaları olduğu iddiasıydı. “Piyasa-demokrasi- insan hakları” üçlemesi adeta “baba-oğul-kutsal ruh” gibi görüldü. Ancak bu yanılsama kapitalizmin alt yapı kurallarını, piyasayı, özel mülkiyeti olduğu gibi alıp üst yapısını özellikle politik alanda tamamen reddeden “illiberal” kapitalizmler tarafından boşa çıkarıldı. Çin, Rusya, Vietnam gibi ülkelerin ve Hindistan, Brezilya, Güney Afrika gibi adına “küresel güney” denilen ülkeler blokunun ortaya çıkışı neoliberal ideolojiyi iflas ettirdi. Bu dengesizlik sonuçta hem ekonomik hem siyasal hem de askeri bakımdan ABD’nin rakipsiz olmadığını gösterdi.

ABD’nin “herkese boyun eğdirme” düşüncesi Çin’de ekonomik açıdan, Rusya’da politik açıdan ve Kuzey Kore’de askeri açıdan çöktü. O kadar ki, Çin rekabetinin ABD ekonomisine ve çalışan sınıflarına verdiği zarar ABD dış politikasındaki ikinci eğilim olan milli çıkarlara öncelik vermeyi savunan Trump’ın zafer kazanmasını sağladı. “Make America Great Again- MAGA” hareketi bugün ABD kamuoyunun en az yarısını temsil ediyor.

Kissinger, Çin’in kendisini ABD'ye rakip olarak konumlandırabilecek tek devlet olduğunu söylüyordu. Çin’e karşı Soğuk Savaş taktikleri de uygulanamayacağını çünkü bu ülkenin ekonomik ve askeri gücü birlikte güçlendireceğini vurguluyordu. Kissinger 21’inci yüzyıl diplomasisi ile ilgili eserini yazdığı sırada Çin askeri bakımdan oldukça zayıftı ama potansiyeli bulunuyordu. Kissinger Tayvan konusunun ABD ile Çin arasında her an bir çatışmaya yol açma ihtimali üzerinde de durmuştu. Eski ABD Dışişleri Bakanı bu nedenle Çin’e karşı ince bir politika izlenmesi ve Çin’in özellikle diplomatik bakımdan tecrit edilmesini önermişti. Kissinger’in bu önerisi dikkate alındı mı? Hayır! Tersine Biden Ukrayna’yı Rusya’ya karşı kışkırtarak körüklediği kriz sonucunda Rusya’yı Çin’in yanına itmiş oldu. Birçok başka politikasıyla da “küresel Güney” denilen ülkeleri karşısına aldı. Joe Biden, Kissinger’ın ölümünden sonra yaptığı açıklamada ondan birçok konuda şiddetle ayrı düşündüğünü itiraf etmek gereğini duymuştur.

Kissinger, eserinde “ABD, Woodrow Wilson'dan bu yana geliştirdiği müdahale eğilimine karşı mücadele etmelidir.” diyor. Kissinger bir “gerçekçi dış politika” taraftarı olarak en fazla da “ideallerle ulusal çıkarların birbirine uygun olduğu” şeklindeki liberal gevezeliklere öfkeleniyordu. Örneğin, ABD eski Dışişleri Bakan Yardımcısı Strobe Talbott (1994-2001), "ulusal güvenliğin doğası gereği diğer ülkelerde demokrasiyi desteklemeyi, teşvik etmeyi ve gerekirse enerjik bir şekilde savunmayı haklı gösterdiğini" savunuyordu. Ancak, Kissinger onun bu görüşüne “Somali’de konu sivil bir hükümetin kurulması ise orada Amerika’nın ulusal çıkarının ne olduğunu açıklamak zordur” şeklinde alaylı bir cevap veriyordu. Fazlasıyla haklı çünkü Somali’ye ABD öncülüğünde yapılan “Restore Hope” harekâtı 30 yıldır ne o ülkeye, ne Afrika’ya ne de Somali’ye yaradı, durum her gün daha da kötüye gitti.

DEMOKRASİ İHRACI DİN İHRACI GİBİ

Görüldüğü gibi ABD dış politikasında emperyal amaçları en şiddetli bir şekilde savunanlar bunu idealler arkasına gizlemeye çalışırlarken “ulusal çıkarları” esas aldıklarını açıkça söyleyenler makul ilişkiler kurulabilecek bir çizgide kalmaktalar. Başka ülkelere “demokrasi”, “devrim”, “din”, “ideoloji” ihraç etmek isteyen akımların sonunda barış karşıtı ve insanlık düşmanı bir çizgide buluştukları defalarca görüldü, denendi.

Bugün ABD’nin izlediği dış politikaya baktığımızda, Biden yönetiminin “idealist müdahaleci” çizgiyi doğrudan ABD askerini tehlikeye atmadan başka ülkelerin sırtından yürütmeye çalıştığını görüyoruz. Dışişleri Bakanı Blinken sürekli diplomatik ataklarla ABD yörüngesinde dönen ülkelerin sayısını arttırmak peşinde. Başta AB ülkeleri olmak üzere kendisiyle benzer değerlere sahip olanları şu veya bu şekilde amaçlarına ortak etmeye çalışan Amerika’nın NATO üyelerinin askeri harcamalarını arttırmaları için gösterdiği ısrarlı çaba bunun bir örneği. Burada bir yanda Rusya tehlikesine karşı ortak güvenlik ideali desteklenirken diğer taraftan da Avrupa ülkelerinin satın almak durumunda oldukları ABD silahları üzerinden sağlanacak milyarların hesabı yapılıyor.

Son dönemde ABD’nin dünyada artık sarsılmaya başlayan egemenliğini korumak için tercih ettiği bitmeyen savaşlar ve gerginlikler elbette 1990’lardaki gücünü ve avantajlarını ona tekrar sağlamayacaktır. Ayrıca Amerikan elitleri için asıl sorun dünyadaki diğer ülkelerde olup bitenlerden çok kendi ülkelerinde gibi görünmektedir. Aşırı bir şekilde kutuplaşmış olan Amerika’nın bu durumu ibret vericidir. Kimi ABD hayranı çevrelerin hâlâ gerçek sandıkları “göçle oluşmuş ülkenin özgürlükler çerçevesindeki toplum modeli” artık ıskartaya çıkmıştır.

Bize gelince, dünyanın en riskli bölgelerin tam ortasında bulunan Türkiye’nin kendi iç sorunlarına dışardan destek bulmak gerekçesiyle bu gerginliklerin taraflarından biri olan ABD’ye özellikle Ukrayna’da fazlasıyla yaklaşması başa gelebilecek ihtimallerden en kötüsü olarak görülüyor.

Bu yol tercih edildiği takdirde hem diğer tarafın düşmanlığı kışkırtılmış olur ve ABD’den beklenen yardım ve işbirliğinin de ne ölçüde olacağı hatta olup olmayacağı bile garantili değildir. Özetle ekonomik, siyasal, iç politikaya değin birçok alanlarda destek beklentisiyle Amerika’nın bugünkü dış politika çıkarlarına uyumlu davranmaya çalışmak bölgemizdeki komşularımızla aramızda kalıcı husumet yaratabilir.

Herkesin aklında aynı soru: Savaşın neresindeyiz - Resim : 6
Kissinger ve Biden

Ayrıca, ABD seçim arifesinde bulunuyor ve Biden’ın iktidarda kalacağı hiç de garantili değildir. Biden’ın Ukrayna, Suriye, İran, İsrail politikalarına göre alınan kararlar örneğin silah ve savaş sanayi sektöründe milyarlar kazandırabilir, ama ya seçimi Trump kazanırsa? O zaman da tıpkı F-35 konusunda olduğu gibi projeler boşa gider ve harcanan para da yanar. Ancak riskli siyasetler sonucu ortaya çıkacak zarar sadece parasal olmayabilir ve bunun bedelini siyasilerin ve asker-sivil bürokratların değil halkın ödeyeceği de ortadadır. Ancak yerel seçimlerin iktidar açısından başarısızlıkla sonuçlanmış olması umarım tüm karar alıcıları etraflı bir şekilde düşündürecektir.

Odatv.com