İstanbul Barosu'nda seçim: Mehmet Durakoğlu, Can Atalay’ın mektubunu okudu

56 bin 112 avukatın katılımıyla Haliç Kongre Merkezi’nde gerçekleştiriliyor. 

İstanbul Barosu'nda seçim: Mehmet Durakoğlu, Can Atalay’ın mektubunu okudu

İstanbul Barosu'nda seçim: Mehmet Durakoğlu, Can Atalay’ın mektubunu okudu

Dünyanın en büyük barolarından ve yaklaşık 56 bin avukatın kayıtlı olduğu İstanbul Barosu Genel Kurulu, Haliç Kongre Merkezi’nde yapılıyor. Beyoğlu 1. İlçe Seçim Kurulu, tutuklu avukat Can Atalay’ın “oy kullanabileceğine” karar verdi. Ancak avukat Atalay, cezaevinden getirilmedi.

İstanbul Barosu Genel Kurulu, 56 bin 112 avukatın katılımıyla Haliç Kongre Merkezi’nde gerçekleştiriliyor. 

Gezi Parkı Davası’nda 18 yıl hapis cezasına çarptırılan ve Silivri Cezaevi’nde tutuklu bulunan Avukat Can Atalay, “anayasal oy kullanma hakkının yerine getirilmesi için genel kurula sevk edilmesini” veya “cezaevinde sandık kurularak oy kullanmasının temin edilmesini” talep etti. Beyoğlu 1. İlçe Seçim Kurulu, Atalay’ın “tutukluluk halinin seçime katılmasına engel olmadığına” karar verdi. Ancak Atalay, oy kullanabilecek olmasına rağmen cezaevinden getirilmedi.

Genel Kurul'un açılış konuşmasını İstanbul Barosu Başkanı Mehmet Durakoğlu, gerçekleştirdi. Durakoğlu, “Uzun süren baro yaşamının takdirini meslektaşlarımıza bırakarak bu genel kurulumuzu Cumhuriyet tarihimizin en büyük protestosu sayılması gereken Gezi'ye ve Av. Can Atalay'a özgülemek istiyorum” dedi.

DURAKOĞLU ATALAY'IN MEKTUBUNU OKUDU

Durakoğlu, Gezi Parkı Davası’nda 18 yıl hapis cezasına çarptırılan ve Silivri Cezaevi’nde tutuklu bulunan Avukat Can Atalay'ın cezaevinden gönderdiği mektubu okudu. Atalay'ın mektubunda yer alan “Her yer Taksim her yer direniş” sözlerinin ardından İstanbul Barosu Genel Kurulu’nda "Her yer Taksim her yer direniş" sloganları atıldı.

Ayrıca, genel kurulun yapıldığı salona, Atalay’ın fotoğrafının da olduğu “Geziyi savunuyoruz” pankartı asıldı.

İŞTE CAN ATALAY'IN MEKTUBU

Atalay'ın cezaevinde yazdığı mektupta şu sözler yer aldı:

"Değerli Meslektaşlarım; Daha dün, yoksul bırakılan, yoksullukları her biçimde istismar edilerek göz göre ölüme gönderilen Amasra’lı işçilerimizi saygıyla anıyor, İstanbul Barosu Genel Kurulu’nun halkımıza yaraşır bir genel kurul olmasını diliyorum.

Değerli Meslektaşlarım; 2014 yılında yapılan İstanbul Barosu Genel Kurulumuzda, bu kürsüden konuşurken “bu benim hayatta yaptığım ilk konuşma değil, umarım son da olmayacak, ama fazlasıyla heyecanlıyım” diye başlamıştım söze. Bir geleneğin temsilcisi olan en azından bütün meslek hayatını bu geleneğin temsilcisi olabilme çabası ile geçiren bir meslektaşınız olarak söz kullanmak heyecan vericiydi. Bugün ise size Silivri’den, dört duvarla çevrilmiş bir hücreden seslenirken, inanın ki heyecanım daha az değil. Bugün başka bir heyecan ve başka bir zorluk yaşıyorum 6 aydır süren mahpusluğumda; fakülte günlerimden bu yana ilk defa bir baro genel kuruluna katılamamanın zorluğundan bahsediyorum. Ve size bir kez daha genel kurul kürsüsünden hitap edebilmenin heyecanından bahsediyorum. Bu ses sizlere Silivri’den ulaşıyor. Gezi Direnişi’ni karalama çabasının yeni uğrağı 25 Nisan kararı ile kilit altındayız. Gezi Direnişi’nin farklılıklarımızla, öncesinde yaptıklarımızın ya da söylediklerimizin yanlışlığı ya da doğruluğunun hesabını tutmadan, yalın bir adalet talebi ve çoğulcu bir demokrasi şöleni olduğunu lütfen, hep birlikte yeniden anımsayalım.

    • Gezi Direnişi milyonlarca sıradan yurttaşın haklarının hiçe sayıldığı ama sürekli yükümlülüklerinden söz edildiği hukuksuz bir hukuk düzenine meşru bir itiraz; binbir farklılıktaki insanımızın muştuladığı çoğulcu demokrasi imkânı oldu.

    • Gezi Direnişi sıradan yurttaşların aşağıdan yukarıya seslendirdikleri kardeşleşme iradesi ve barışma kararlılığı oldu

    • Gezi, bu memleketin eşitlik, özgürlük, kardeşlik, adalet ve demokrasi yolunda sönmeyecek umudu oldu.

Bu nedenle de Gezi sadece dünümüze değil ama aynı zamanda da geleceğimize dairdir.

Muktedir olduğunu sananların Gezi Direnişini karalama çabasının sebebi de budur. Bizleri kilit altına alarak yapılmaya çalışılanların ötesinde, korktukları da Gezi’nin ta kendisidir, Gezi’de vücut bulan dayanışma iradesi, tüm çoğulculuğu ile bir arada durma inadıdır; eşitlik, özgürlük ve demokrasidir. Onların korkusu bizim umudumuzdur, başarabileceğimizin nişanesidir.  Sözlerime “Her Yer Taksim, Her Yer Direniş” diyerek devam edeceğim. Çünkü bu slogana ve hatırlattıklarına önümüzdeki dönem çok ihtiyacımız olacak. Çünkü “Her Yer Taksim, Her Yer Direniş”, ülkemize çöken alacakaranlığa karşı milyonların bir uyarı seslenişi, boyun eğmeyeceğinin ifadesiydi.

Değerli Meslektaşlarım; Bir alacakaranlığın içinde ve daha da koyusunun kıyısındayız. Bizleri buradan Gezi’nin demokratik, çoğulcu, farklılıkları ile birlikte birarada olmaya ve birarada yaşamaya çağıran sesinin çıkaracağına inanıyorum. Hiç şüphem yok, biz kazanacağız! Nefretin, kindarlığın değil Gezi’de yükselen umudun, dostluğun, kardeşliğin sesi baskın gelecek. Bu memlekette halktan ezilenden yana mücadele verenler kazanacak, adalet arayanlar kazanacak, hep birlikte mücadele edecek, hep birlikte kazanacağız.  Ülkemiz, bir alacakaranlığın içinde ve daha da koyusunun kıyısında! Ülkemiz adım adım anayasal ilke ve kuralların, kurum ve kuruluşların tasfiye edildiği bir karanlığın içine sürüklendi. Türkiye epey zamandır artık bir hukuk devleti değil, olağanüstü hal devleti durumunda.

Ülkemizi, toplumsal ve siyasal yapının her yanına dal budak salmış bir çevre kuşatmış durumda. Önce Fettullahçı Çete ile bir koalisyon kurarak; daha sonra adım adım tüm gücü kendi elinde toplayarak demokrasinin “d”sinden ve hukukun “h”sinden söz edilemeyecek bir memleket yaratmayı neredeyse başardılar! Kalanları da yok etmek için yoğun bir hazırlık içindeler.

Düşününüz, 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğü dahi kendi “meşruiyet” iddiasını toplumun bütün kesimlerine karşı tarafsızlık ve geçicilik ile izah etmeye çalışmıştı. Bugün ise değil bu nitelikte bir meşruiyet iddiasından söz etmek; toplumu sadece kendisine oy verenlerden ibaret, kendisine oy vermeyenleri vatandaşlıktan çıkmış sayan ve geçicilik şöyle dursun kendisini ebedi kılmaya çalışan bir istibdat ile karşı karşıyayız.

Bir siyasi partinin liderinin “milletin bir devamı, hatta bir uzvu” olduğunu kolaylıkla söyleyen saray danışmanı kişi, 1933 Almanya’sında değil 2022 Türkiye’sinde konuşmaktadır. İnsanlığın başına gelmiş en büyük felaket “faşizm”dir ve yukarıdaki söz, faşizmin bir kitabı varsa onun tam orta yerindendir.

Türkiye’de hukuk devleti hep eksik, demokrasi hep gedikti diyecek olanlara katılırız; ancak bu genel doğrunun söylenmesinin memleketin karşı karşıya bulunduğu bu büyük tehlikeyi gölgelemesine asla izin vermemeliyiz. 

Hukuk devletinin farklı biçimlerinden söz edebiliriz. Ama hukuk devleti esas olarak tanımlanmış, herkesçe önceden bilinen kurallı devlet işleyişidir. Bugün ülkemizde kuralların yırtılıp atıldığı, kalıcı olağanüstü hâl devlet işleyişi adım adım kurumsallaştırılıyor.

Her birimizin çok iyi bildiği Avukatlık Kanunumuzun 76. ve 95. Maddeleri barolarımızı ve bizleri “hukukun üstünlüğünü, insan haklarını savunmak ve korumak”la yükümlü tutar. Yine 95. madde barolarımızı “avukatlık onurunun” korunmasıyla görevlendirir. “Hukukun üstünlüğünü, insan haklarını savunmak ve korumak”, “avukatlık onuru”nun gereğidir. Hukukun üstün olmadığı, kurallı devlet işleyişinin olmadığı yerde avukatlık onurumuzu korumak olanaklı mıdır? 

Günümüzde adalet, iktidara kümelenmiş, toplumsal ve siyasal yapının her yanına dal budak salmış çevrenin kendi iktidarının devamı için tanımladığı bir beka’ya göre işliyor. Günümüzde yargı da dahil idarenin işleyişinin temel ilkesi, bu çevrenin iktidarının bekası için her türlü önlemin alınması ve uygulanmasıdır.

“Avukatlık onurumuz” tehlikededir. Hangimiz istibdat rejiminin beka alanına giren bir davada temsil ettiğimiz insanlara yazılı kurallara dayanarak yorum yapıp muhtemel sonuçların neler olabileceğini söyleyebiliyoruz? Üstelik, hangi davanın beka alanına girdiğini dahi bilmiyoruz. Siyasi davalarda, ceza davalarında bu durum çok net görülebilmekte ise de artık ticari davalarda dahi beka alanının ya da beka diye yutturulmaya çalışılanın korunmaya çalışıldığını görüyoruz. 

Bir maden katliamından sonra, daha 41 işçinin cesedi ortadayken “bu kaderin bir planı” diyen yürütmeden bağımsız olmadığını bildiğimiz yargıdan etkin bir araştırma ve soruşturma bekleyebilir miyiz? Kuşkusuz hayır. Yüksek yargı açılışlarında, baro kongrelerinde yürütme ve yargı biraraya geldiğinde güçler ayrılığının, yasama, yürütme ve yargı arasındaki ilişkilerin durumu üzerinden konuşulurdu. Günümüzde mevcut durumu güçler ayrılığının bozulan dengesi üzerinden konuşmak, değerlendirmek; görüşü ne olursa olsun her hukukçu için lükstür. Vahim hatadır. Neden?

Olağanüstü durumlar, bizler tasvip etmesek de olağanüstü hâl yasalarına ve bu yasalarda tanımlanan kurumlarca uygulanageldi. Bugünü daha tehlikeli yapan görünürde kurallı hukuk devleti işleyişi varken somutta sistemin olağanüstü hâl devletine göre işlemesidir. Aynı mahkeme, aynı kurum önüne gelen konu eğer beka kapsamındaysa birdenbire olağanüstü hâl kurumuna dönüşmekte, kararlarını iktidarın tanımladığı beka durumuna göre vermektedir. Belirtmeme gerek yok, bu durum yalnızca mahkemeler için geçerli değildir. Nüfus idaresinden, gazetelere ilan veren ve gazetecilere sarı basın kartı veren kurumdan, medyayı denetleyen RTÜK’e kadar tüm devlet işleyişi için geçerlidir.  

Olağanüstü durumlar bir genel tehlike, bir ülkenin bekası durumundan doğar. Günümüzde beka, iktidar ve çevresinin bekasıdır. Bu nedenle hiçbir adımları tesadüfü değildir. Hiçbir noktada boşluk bırakmamayı amaçlıyorlar. Gezi Davası’ndan, yeni çıkan sansür yasasına kadar bütün gelişmeler bu tabloyu tamamlamak içindir. Hukuk devleti işleyişinin son kalıntıları da yıkılmaya çalışılıyor, hava delikleri kapatılıyor, fişler tek tek çekiliyor. Mevcut durumu güçler ayrılığı arasında bir kayma olarak görmek ve göstermek ülkemize, halkımıza ve de mesleğimize karşı sorumluluk duymamak olacaktır.

Olağanüstü hâl işleyişi ile giderek silikleşen hukuk devleti işleyişi yan yana duruyorlar, birlikte yaşıyorlar ve her gün çatışıyorlar. Yargıda gördüğümüz gelgitler bundan kaynaklanıyor. Bütün çabalarına rağmen ortalığı süt liman edemediler. Bunu biz avukatlar her gün yaşamaktayız. Her şeye karşın, her gün henüz yok edilememiş kurallı hukuk devleti işleyişine atıf yaparak söz söylüyorsunuz. Tam karanlık tarafa geçtiğimizde acaba hukukçuluğumuzun en başta kendimizce bir anlamı olacak mı? Avukatlık Kanunumuzun 95. Maddesinde yazılı “avukatlık onuru”nu okuyunca nasıl bir ruh hali içinde olacağız?

Bir alacakaranlığın içine girdik, daha da koyusuna doğru ilerliyoruz.  Yurttaşa, basına yasaklar getiren sansür yasası Gazi Meclis’te kahkahalar eşliğinde kabul ediliyor, kutlama fotoğrafı çektiriliyor. Bu fotoğraf istibdat yolunda pervasız, kararlı olduklarının fotoğrafıdır. Bu koşullarda avukatlık onurumuzu nasıl koruyacağız, temsil ettiklerimize “ne yapalım, koşullar böyle” demeyi içimize sindirebilecek miyiz? 

Son günlerde “özgürlükleri güçlendirmek ve garanti altına almak” lafı ile allanıp pullanan “yeni anayasa” lafazanlığı hem istibdatı hem adaletsizliği hem de sosyal adaletsizliği pekiştirmenin adımlarıdır. Aynı lafazanlıkla toplumun önüne konulan eskilerin sonucu ne olduysa sözde “yeni”si de aynı yolun yolcusudur. 2010 referandumu ile memleketin başına açtığı belaların hesabını vermeden bu nasıl bir cürettir? 2017 referandumu ile tüm yetki şahsında toplanınca ortaya çıkan iktisadi buhran, artan sosyal adaletsizlik ve derinleşen yoksulluk hiç olmamış gibi yine, “yeni anayasa” lafazanlığı ile bu sorunlardan kaçabileceğini sanmak nasıl bir şaşkınlıktır?

Toplum, önündeki dertlerin çözümü için ihtiyaç duyarsa yeni anayasa konuşulur elbette. Ancak, hukuk devleti yolunda bir adım dahi atılabilmesi için yapılması gereken ilk iş “hasar tespiti”dir. Ötesini tabi ki konuşacağız; ama öncelikle son yirmi yıl ama özellikle 2010 referandumundan sonra, ama belki de daha önemlisi 2017 referandumundan bu yana haklarımızın nasıl ve ne kadar tahrip edildiğinin, hukuk devleti ilkesinin, evrensel hukuk kurallarının ve bir bütün olarak memleketteki hukuk düzeninin aldığı hasarın saptanması ilk iştir. Hukukta hasar tespiti yapılacak ki hukuk devletinin kazanılması, demokratik bir kamu düzeninin inşası yolunda bir adım atabilelim.

“Hukuk devleti” ve yalnızca hukukun kendisi memleketin tüm sorunlarını çözmez diyenler kuşkusuz haklıdır. Ancak hakların ve özgürlüklerin korunmasından bahsedebilmek için öncelikle onların biçimsel hallerinin dahi savunulması ve siyasal iktidarın biricik meşruiyet kaynağı olan “milli egemenlik” tarafından konulmuş kurallara uymasının sağlanması zorunludur. “Hukuk devleti”nin kazanılması, “hukukun üstünlüğünün tesisi” bu karanlığın aşılmasının hem simgesi hem ilk adımı hem de ölçütüdür.

Değerli Meslektaşlarım; Avukatlık yargının “kurucu” unsurudur. Egemen öyle tensip buyurduğu için değil; insanlığın yüzyıllardır süren mücadelesi, müşterek emeği ile ortaya konulduğu üzere “yargı” avukatsız kurulamadığı, çağdaş anlamda avukatlık olmadan sürdürülecek bir yargı düzeninin zerre meşruiyeti olamayacağı bilindiği için... Sadece avukatlar mücadele ettiği için değil, geniş halk kesimleri de hakları, hukukları için; giderek muktedirin, ağanın, beyin, lordun, kontun, zenginin, kadının yahut bir tiranın insafına bırakılmamış bir yargılama faaliyeti, yani avukatlık için mücadele ettiği için biz şekli olarak dahi olsa savcı ama aynı zamanda da hâkim ile “eşit” konumdayız. “Kuruculuk” tanımı bu mücadelenin sonucudur ve eşitliği zorunlu kılar.  Avukatın yargının kurucu unsuru oluşunun felsefi ve toplumsal arka planı yok sayılarak; avukattan yargılamayı salt şekli olarak tamamlaması, tanım yerinde ise bir temaşa, dışarıdan bakanların ikna edilmesi amacı ile sahnelenen bir gösteri haline getirilen yargılamalarda sessiz sedasız boy göstermesinin beklenmesi demokratik kamu düzeni açısından kabul edilemez niteliktedir.

Avukat sadece ceza yargılamasında değil hukuk usulünde de gerçek, çelişmeli bir yargılama yapılmasını sağlayarak bu çelişme sonucunda hakikate en yakın hâl olan “maddi gerçeğe” dayanan bir hüküm verilebilmesinin en önemli koşulunu sağlayabildiği içindir ki, bağımsız ve etkin bir avukatlık adil yargılamanın en önemli teminatıdır.

Hâkimin de savcının da mesleki bağımsızlığını, tarafsızlığını ve onurunu koruyabilmesi için dahi etkin bir avukatlık katkısına muhtaç olduğunu bize bugünden daha iyi anlatan bir örnek var mıdır? Bugün sadece siyasal nüfuz kullanımı yahut siyasal baskı değil söz ettiğimiz, doğrudan talimatla karar verilmesinden söz ediyoruz!

İstenildiği gibi davranılmadığı, iddianame yahut karar yazılmadığında kendisinin yahut bir yakınının Fettullahçı Çete irtibatı hatta mensubiyetinin yeniden keşfedileceği (!), soruşturmanın açılacağı ve hatta buna ilişkin süren soruşturma/kovuşturmanın olumsuz(!) sonuçlanacağı uyarısı ile çalıştırılan hakim ve savcıların; siyasal iktidar açısından kritik soruşturma ve kovuşturmalarda özellikle görevlendirildiğine ilişkin somut, makul gerekçelere dayanan şüpheden, daha da ötesi bilgi ve belgelerden söz ediyoruz!

Ankara’nın Beştepesi’nde yapılan toplantılarda süren davalarla ilgili verilen kararlardan, bu kararlara itiraz eden ama sözü dahi işitilmediği için affını istediği(!) iddia edilen Adalet Bakanlarından söz ediyoruz!

Ceza yargılamaları ile ilgili iddia ve örnekleri bir an için ihmal edelim, hukuk yargılamalarında, ticari davalarda olmaz işlerin oldurulduğunu fısıldamaktan vazgeçip hep birlikte haykırmayacak mıyız? Eğer hem mesleğimiz ama hem de memleketimiz için yargıya, gerçek bir yargıya biz sahip çıkmazsak ve fısıldadıklarımızı haykırmazsak çok da uzun olmayan bir vadede ne toplumu bir arada tutan “adalete güven” ne de bir yargı kalmayacak. Bugün susma değil söyleme, fısıldama değil haykırma günüdür! Bugün memlekete sahip çıkmayan, memleketin sorumluluğuna ortak olma iradesi göstermeyen kimse mesleğimizin temel niteliklerini de koruyamaz, avukatın haklarını geliştirmek şöyle dursun muhafaza dahi edemez!

Değerli Meslektaşlarım; Hepimiz biliyoruz, avukatlık “bağımsızdır.” En azından öyle olmalıdır ve avukatlık geleneğimizin titizlikle sahip çıktığı bu “bağımsızlık” olmuştur. Eşitlik, özgürlük, kardeşlik ve adalet davasına adanmış ancak başka her şeye ve herkese karşı kıskançlıkla sahip çıkılan bir “bağımsızlık”... Sadece muktedirden, mütehakkimden değil müvekkilden de bağımsızlık...

Kimi temsil ettiğinden bağımsız olarak avukat görevini yaparken kamusal bir vazife ifa eder. Kullandığı yetkiler kamu düzeninden kaynaklanır; hakları ise kaynağını kamu düzeninde bulmanın da ötesinde kamu düzenini her gün, her an, her somut olayda yeniden ve yeniden inşa eder.

İnsan haklarına saygılı, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti ancak avukatlıkla, etkin bir avukatlıkla mümkündür.

Tam da bu nedenle, demokratik kamu düzeninin her gün yeniden savunulması ve hatta inşası için avukatın “bağımsızlığının” salt bir ilke olmanın ötesinde maddi temellerinin, sosyal güvencelerinin de gereği gibi tanımlanması zorunludur.

Avukat Hakları dediğimiz kavram; avukatın kendisine bahşedilmiş, kerameti kendinden menkul haklar olmadığı için kıymetlimizdir. Çantamızdaki belge bize ait olmadığı için çantamızı aratmayız. Elimizdeki delili maddi kıymeti nedeni ile değil müvekkilimizin hakkını teslim etmenin aracı olduğu için gözümüzden sakınırız. Bu sebeple üstümüzü, evimizi, büromuzu – yeter koşul olmadan - aratmayız. Müvekkilimizin sırrı bize emanet olduğu için tanıklık yapmaz, ifade vermeyiz. 

Her bir dosyadaki her bir belge, ak kağıt üstünde siyah leke değildir; müvekkilimizin özgürlüğüdür bazen söz konusu olan bazen ailesi bazen mal varlığı. Bizimle ilgili değildir dosyadan örnek alma çabamız. 

Gece yarılarında aba altından gösterilen sopalara rağmen gözaltına alınan müvekkil ile yalnız görüşmekte ısrarımız bize dair değildir. İstanbul Protokolünü uygulatmak için verilen kavganın bizimle ilgisi olmadığı gibi. Ters kelepçeye karşı çıkmamızın bizimle ilgisi olmadığı gibi. Müvekkilimizin haklarının korunması, insan onurudur bize emanet edilen. 

Bunca yoksulluk varken, avukatlar özellikle genç avukatlar, emeği ile geçinmeye çalışan milyonlar gibi açlıkla terbiye edilmeye çalışılırken avukatlığın özünden kopmama çabası bu yüzdendir. Yol parasına dahi yetmeyen CMK ve adli yardım ücretlerine rağmen, soruşturma ve kovuşturmaya katılmaktaki; yoksullara ve kadınlar başta olmak üzere toplumsal eşitsizlikler cenderesindeki kesimlere hukuki yardım vermekteki ısrar bu yüzdendir. 

Değerli Meslektaşlarım; Türkiye eşi benzeri pek az görülen bir avukatlık geleneğine sahip. Avukatlık geleneğimiz en zor koşullarda dahi sözünü hakkınca söylemekten, zulme karşı direnmekten vazgeçmeyen bir çizgidir. Askeri diktatörlüklerin olağanüstü yargılama dönemlerinde dahi tek bir adım gerilemeyen, sistematik işkenceye karşı mücadeleyi bir seferberlik düzeyine çıkartıp işkencenin sorumlularını elde silah “kahrolsun insan hakları” sloganları ile İstanbul sokaklarına çıkartan, çaresiz kılan, avukatlık geleneğimizdir.

Türkiye’de ifade özgürlüğünden sendikal haklara nerede demokratik bir kazanım görüyorsanız o kazanımın bir yerlerinde avukat abla ve abilerimizin tabi ki direngen, ısrarlı ama aynı zamanda da mesleğe yakışır “iyi avukatlık” emeğini, yani avukatlık geleneğimizi bulursunuz.

Bugün üzerine bir tuğla daha koymaya çalıştığımız bu onur verici gelenektir. İşkencelere, gözaltında kayıplara, katliamlara karşı verilen mücadelenin önemli bir parçası olmuştur hukuk mücadelesi ve bu mücadelenin en önemli unsurlarından birisi avukatlık geleneğimiz olmuştur. Bugün de sosyal cinayetlere son verilmesi ve yoksulluğun istismarının aşılması mücadelesi için sürdürdüğümüz de, avukatlık geleneğimizin devamıdır.  Dünyamız ekolojik kriz cenderesindeyken “insan, toprak, hava ve su için adalet” şiarı, aynı zamanda dünü bugüne, bugünü yarına bağlama irademizdir. 

Tek tek isimleri anmayacağım; avukatlık geleneğimizin sonsuzluğa uğurladıklarımıza da şu an salonda bulunan emektarlara da şan olsun!

Değerli Meslektaşlarım; Ülkemiz, adaletsizlik krizini de içine alan ve yaşamın her alanını kapsayan, çok yönlü derin bir krizi yaşıyor:

    • derin bir yoksulluk krizi

    • derin bir borçluluk krizi

    • kamucu olmayan bir kamusal tahayyül ve programın yarattığı, giderek derinleşen bir kamu hizmetlerinin kötü ifasının neden olduğu güvenlik krizi

    • yoksulluğun istismarı üzerine bina edilen, siyasi-sosyal-iktisadi-dinbaz çıkar çevrelerinin yurttaşların iradesine ipotek koyması krizi

    • her gün etkisini daha fazla hissettiğimiz ekolojik kriz.

Her yanı saran toplumsal, siyasal, ekonomik krizlerin günümüzdeki ana nedeni olağanüstü hâl devleti işleyişidir. Olağanüstü hâl işleyişi aşılmadan, bu krizlerin hiçbirinin tek başına aşılması mümkün değildir. Ancak mesleğimizle en doğrudan bağlantısına işaret edeyim: Ülkemizin tüm bu krizleri aşması için adaletsizlik krizinin belki de öncelikle aşılması görevi ile karşı karşıyayız. Çünkü ülkemizde hukuku üstün kılmak, ekonomi, siyaset, günlük yaşam dahil her alanda keyfiyete son vermek, bugün kanunlar karşısında dokunulmaz hale gelen çevreleri hizaya koymak ve her alanda kurallı bir işleyişi yeniden oluşturmak demektir.

Değerli Meslektaşlarım; İşte bu nedenle ülkemiz bir alacakaranlığın içinde, daha da koyusunun tam kıyısındadır! Ülkemiz içinde bulunduğu alacakaranlığı, bu derin ve çok yönlü krizi ancak demokratikleşme ile aşabilir. Yeni bir atılım bizleri bekliyor. Hep birlikte, kardeşçe, dayanışmayla yüz yıllık Cumhuriyetimizi her alanda demokratikleştirerek hem alacakaranlığı aşacağız hem de eskisinden daha sağlam bir toplumsal ve siyasal ortam oluşturacağız. 

Bu yeni başlangıç, tüm renklerimizle, farklılıklarımızla beraber bir arada yaşama irademizle, çoğulculuğu en önemli zenginliğimiz olarak kavrayan, haklar ve özgürlüklerin iktisadi/sosyal dayanaklarını oluşturmayı belirsiz bir geleceğe ertelemeyen, kapsamlı bir demokratikleşme ile mümkündür.

Cumhuriyetimizi savunduk ve savunacağız. Bugün Cumhuriyeti salt savunmanın dahi ancak demokratikleşme ile mümkün olduğunu kavramalıyız. Adaletsizlik krizinin aşılması da mesleğimizin sorunlarının gerçek manasıyla çözülmeye başlanması da Demokratik Cumhuriyet hedefiyle mümkündür.

Bugün, bu tarihsel dönemeçte eşitlik, özgürlük, kardeşlik ve adalet müştereğinde buluşanların ayrımlarını değil tüm renklerini koruyarak ortaklıklarını öne çıkartması gerekiyor. Dilimiz, inancımız, etnik kökenimiz ve belki dünya görüşümüz farklı olabilir ama bu farklılıklar hukukun kalan her zerresini dahi tasfiye etmeye çalışan istibdatı omuz omuza aşmamıza engel değildir.

Ya çoğulcu bir demokrasi yolunda ilerleyeceğiz ya da çağdaş anlamda avukatlıktan dahi söz edemeyeceğimiz bu adaletsizlik, bu karanlık zifiri bir kıvam tutturacak.

Ülkemiz keskin bir dönemeçte. Ya bu istibdat karanlığı zifiri bir hal alacak ya da memleketimiz kapsamlı bir demokratikleşme yoluna girecek ve Cumhuriyetimizi el birliği ile demokratikleştireceğiz! Biliyorum ve inanıyorum ki başaracağız, birlikte mücadele edecek, birlikte kazanacağız.  Değerli Meslektaşlarım; Sözümü bitirirken, İstanbul Barosu Başkanlığını bırakırken, Genel Kurul açılış konuşmasını bana ve Gezi’ye emanet eden abim Av. Mehmet Durakoğlu’na ve yan yana durmaktan sonsuz mutluluk duyduğum avukatlık geleneğimizin temsilcileri tüm meslektaşlarıma teşekkür ederim. Kahrolsun İstibdat! Yaşasın Hürriyet! Bu Daha Başlangıç, Mücadeleye Devam!"

CUMHURİYET