Sultan Hamid devrinin fırtınası Fehim Paşa'yı bitiren Margaret’in hikayesi

TİYATRO OYUNLARINA ROMANLARA KONU OLDU

Sultan Hamid devrinin fırtınası Fehim Paşa'yı bitiren Margaret’in hikayesi

MEHMET BERK YALTIRIK

mbyaltirik@qha.com.tr

HEM SERHAFİYE, HEM "SAYILI FIRTINA": FEHİM PAŞA

Refi Cevad Ulunay, “Eski İstanbul Kabadayıları”ndan bahsettiği meşhur tefrikasında “Sayılı Fırtınalar” tabirini kullanır, tefrikanın kitaplaştırılmış halinde de bu başlık kullanılır. Halk takvimi yahut Fırtına takviminden hareketle, belli tarihlerde gerçekleşen fırtınalara atıfla verilmiştir bu isim. Her ne kadar bir altkültür olsa da eski mahallelerin, semtlerin, İstanbul folklorunun bir parçası olan kabadayılar işte bu “sayılı fırtınalar”a benzetilmiştir. Bunların içerisinde yer alan bir dönemlerin meşhur “serhafiyesi” Fehim Paşa ise deyim yerindeyse İstanbul üzerinde kasırga olup esmiştir.

Kabadayılarla ilgili hatıratlarda da dönemin siyasi hicivlerinde de ismi geçen Fehim Paşa’nın devrini sona erdiren Bursa’ya sürgün edilmesinin sebebi, belgelerde “gençlik saikası” (gençlik sebebiyle) olarak belirtilmiştir. Bir dönem şehrin sokaklarından gölgesinin eksik olmadığı Fehim Paşa, nasıl bir “gençlik saikası” ile devrinin sonunu getirmiştir?

BABASI SULTAN ABDÜLHAMİD’İN SÜT KARDEŞİYDİ

Sultan II. Abdülhamid (1876-1909) döneminde, Çırağan Vakası olarak (1878) tarihe geçen baskının da tesiriyle, İstanbul’da eli sopalı, ceberrut kimselerin, hatta sırasında kabadayıların paşalığa dek yükseldiği yahut belli nüfuzlu ailelerin şehirde tutulması söz konusudur. Sultan Abdülhamid’in yakın-uzak güvendiği kimseler, o dönem için şehir ve daha çok saray açısından asayişin temininde önemli rol oynamışlardı. Tabii bu asayiş temin edilirken pek tabii ki kavga da, silah patırtıları da eksik olmamıştır.

Bu fotoğraf, Haldun Sevel’in ünlü çizgi romanı “Ustura Kemal”in kendi adıyla yayımlanan dergisinin 12 Haziran 1974’te çıkan ilk sayısından, Fehim Paşa tefrikasında yer almaktadır.

Padişahın süt kardeşi, Esvapçıbaşı İsmet Bey’in oğlu olan Fehim Paşa, bu açıdan sultanın yakınlığını temin etmiş ve kariyerinin basamaklarını hızla tırmanırken rüzgarı da bu olmuştu. Sultan Abdülhamid döneminin göğsü madalyalı hovardalarından, bıçkınca yaşayan paşalarından biri haline gelmiş, hayli netameli bir şöhrete sahip olmuştur.

Sultan Abdülhamid dönemindeki istihbarat konularıyla ilgili önemli çalışmalara imza atan Emre Gör’ün “II. Abdülhamid Dönemi’nden Bir İstihbaratçı Profili: Serhafiye Fehim Paşa (1873-1908)” başlıklı makalesi, paşanın yaşam öyküsünün “daha resmi” kısmını gözler önüne sermektedir. Buna göre Mekteb-i Harbiye’yi zâdegân (soylular) sınıfında okuyarak 1894 yılında mezun olan Fehim Paşa, babasının II. Abdülhamid nezdindeki nüfuzu sayesinde önce padişah yaverliğine atanmıştır. 1898 yılında paşalığa yükseltilmiş, daha sonra da Başkâtip Tahsin Paşa’nın imzasıyla 15 Aralık 1902 tarihinde çıkarılan bir irade-i seniyye ile Mirlivalıktan Ferikliğe terfi etmiş, akabinde “Serhafiye”liğe getirilerek Sultan’ın gizli polisinin başına geçmiştir. Resim merakı olduğu ifade edilen paşa, (ki ünlü ressamlarımızdan Eşref Üren’in [1897-1984] babasıdır) daha çok “kabadayılık” mevzularına yönelik merakıyla tanınmıştır.

Sabiha Bozcalı’nın fırçasından Fehim Paşa. İstanbul Ansiklopedisi’ndeki “Fehim Paşa” maddesinden.

AKSARAY’DAKİ KONAĞI KABADAYILARIN TOPLANTI YERLERİNDENDİ

Nasıl korsanlık tarihinde 1650’lere 1720’ler arasına “Korsanlığın Altın Çağı” deniyorsa, Fehim Paşa’nın Ulunay’ın tabiriyle İstanbul’u kasıp kavurduğu dönemler de, eski İstanbul’da yaşanan “Kabadayıların Altın Çağı”nın ortalarıdır. Kökleri yeniçeri zorbaları zamanına uzanan bu alt kültür, bilhassa 1860’lara doğru Sultan Abdülaziz (1861-1876) döneminde tulumbacı kahvehanelerinde, Galata’dan Beyoğlu’na uzanan balozlarda, tiyatrolarda, müzikli eğlence yerlerinde görünür hale gelmiştir. Bugün meddah, Karagöz ve “güllaç” misali ramazandan ramazana anımsanan eski bir figür olarak toplumsal belleğe yerleşen kabadayılar, artık mahallelerinin “fahri koruyucuları” şeklinde olmasa da zihinde yer etmişlerdir. Bununla birlikte çoğu zaman adli olaylarla, vukuatlarla iç içe geçmiş kimseler olsalar da, 1960’lara doğru organize suçun uluslararası işlerlik kazanarak organize oluşumların önplana çıkmasıyla, “mafya dönemi” olarak kabul edilen devirle birlikte daha eski ve saygın kabul edilen bir anlayışın ve zamanın unsurları sayılagelmişlerdir. (Bu hususa daha önce “İsyan ve İtaat: Anadolu’da Bir Motifin Dönüşümü” başlıklı yazımda değinmiştim.)

Kabadayılarla ilgili en önemli kaynaklardan biri olan “Sayılı Fırtınalar”da Ulunay, Fehim Paşa’yı ve “dünyası”nı şu sözlerle anlatır:

“Fehim Paşa o devrin en sayılı fırtınası demekti. Padişahın son derece itimadını kazanan Esvabcıbaşı İsmet Bey’in bu ele avuca sığmaz oğlu, babasının nüfuzuna ve saraydaki mevkiine, dolayısıyla da Sultan İkinci Abdülhamid’in yersiz teveccühüne dayanarak İstanbul’u kasıp kavuruyordu. Fehim Paşa’nın konağı, İstanbul’da nam vermiş kabadayıların sık sık devam ettikleri bir toplantı yeri gibi idi. Gün geçmezdi ki Fehim Paşa, yahut ona mensup olanlar bir vaka yapmasınlar. …Akşam olunca selâmlıkta ağaların sofrasında misafirler bulunuyordu. Bunlar, ekseriyetle bâzan birinci, bâzan da ikinci sınıf kabadayılardı. Birinci sınıf kabadayılar, Fehim Paşa ile beraberdi. Zâten Paşa’nın kendine göre bir politikası vardı. Nam vermiş birisi olursa onu arabasına alır, sağında oturtur, bir-iki gün sonra soluna geçirir, birkaç gün sonra karşısında ‘Evet efendim’ iskemlesini gösterir ve nihayet arabacının yanına çıkartırdı. İstanbul’da büyük vukuat yapmış yırtıcı kuşların çoğunu böyle yapmıştı. Fehim Paşa’nın konağında ne siyasetten, ne de edebiyattan bahsedilirdi. Bütün söz mevzuu kavgalar, dövüşlerden ibaretti. Arada sarayın antipatisini çeken şahsiyetler olursa, Paşa bunları kendi açısından cezalandırırdı. …Fehim Paşa’nın konağında Fuzûlî’den, Bâki’den kim ne anlar, Nureddin Ağa’nın udla yaptığı taksimleri, okuduğu besteleri, nakışları kim dinlerdi? Konağın bütün edebiyatı Kavanoz Mehmed’in altı Karamanlıyı nasıl meyhaneden uğratması, Arif Bey’in Eğinli Kasab Hüsnü’yü bir tokatla nasıl yere yuvarlaması idi… Musikî de semâi kahvelerinde Zil İzzet’in koşmalarından ibaretti.”

Sultan Abdülhamid döneminin göğsü madalyalı, nüfuzlu ve tekin olmayan hovardalarından olan Fehim Paşa’nın şehir içinde silah atmadan jurnalciliğe pek çok vukuatı vardır. Ayrıca arşiv belgelerinde görüleceği üzere döneminde gaz ihalesine, silah alım satım işlerine girmişliği, limanlarda bazı yabancı ülke mallarını bekletip alıkoymadan ötürü sıklıkla şikayet konusu olmuşluğu da vardır. Bu belgelerden birine göre Sultan Abdülmecid’in (1839-1861) kılıcını dahi izinsiz olarak konaklarından birinde bulundurduğu yazılmıştır. En dikkat çekici belge, Şubat 1907’de sürgünden önce 1905’te Yıldız Saray-ı Hümayunu Başkatib Dairesinden Zaptiye Nezaretine gönderilen “Fehim Paşa’nın ve adamlarının bir daha Beyoğlu zabıtasına karışmaması” için uyarılmasına ilişkin belgedir.

Fehim Paşa’nın hafiyelerden ve büyük oranda külhani takımından oluşma namlı çetesi, 1907’ye dek sık sık Beyoğlu tarafında vukuatlara karışmıştır. Kapısındaki adamlarının kadın kaçırma, esnafı haraca bağlama gibi mevzuları hatıratlarda yer almıştır.

Fehim Paşa’nın Nişantaşı’ndaki konağı. Günümüzde Aksaray’daki konağı gibi bu konak da mevcut değildir.

Meşhur “atlas döşeli arabası” dahi kah kabadayılarıyla birlikte arz-ı endam etmesiyle, kah demir tekerleklerinin seslerinin işitilmesiyle insanları korkudan kaçırmasıyla, kaçmayanların da yol vermedi diye kabadayılarca dövülmesiyle hatıratlara geçmiştir. Zaptiye Nezareti’nin içide komiser dövmek ve şehir ortasında bir paşanın konağını basmaya kalkmak gibi vukuatlarla tarihe geçmiştir.

Fehim Paşa çocukları ile birlikte

SAYILI KABADAYILARDAN ARAP DİLAVER’İN SÖYLEDİKLERİ

Aksaray’daki konakta silah seslerinin eksik olmadığı, zaptiyenin buraya girip bakamadığı ifade edilmektedir ki Ulunay, dönemin kabadayılarından Arap Dilaver’in ağzından aktarır. Bu kişi paşanın yanında çalışmak üzere başvurduğunda, paşa maiyetindekilerin silahsız gezmediğini söyleyerek silahhaneye inip kendine bir silah almasını, sonra da rahatça bahçede atış talimi yapabileceğini söylemiş. Dilaver, “Şehir ortasında silah atılır mı?” diye sorunca Paşa, “Buraya kimse karışamaz!” karşılığını vermiş.

Dilaver sohbetin akabinde silahhaneye inince bir bakmış, paşanın silahlığından sorumlu olan kişi ağzında sigara, barut fıçısı başında mermi dolduruyor. “Patlamaz mı?” diye sormuş adama. Adam da, “En fazla ikimiz havaya uçarız. Al silahı bahçede talim et kimse karışmaz” demiş.

JURNALLE HARÇLIK İSTEMEK!

Fehim Paşa’nın serhafiye olarak jurnalleri ve jurnalleriyle başını yaktığı kimselerin bahsi meşhurdur. Fehim Paşa’nın her gün Sultan’a şehzadesi Mehmed Reşad hakkında jurnaller gönderdiği,
Şehzade Mehmed Reşad nereye gitse padişaha bildirdiği hatta bazen jurnalle sultandan harçlık istediği bile vakidir.

İSTANBUL’DA PAŞALAR, BEYLER ARASINDA NÜFUZ ÇATIŞMASI

Ulunay’ın aktardığı, “Fehim Paşa’nın, Üsküdar Muhafızı Bedirhânîlerden Ali Şâmil Paşa ile de arası açıktı. Pazar, Cuma günleri Fenerbahçe’ye biri giderse diğeri orada bulunmamayı tercih ederdi. Çünkü ikisinin karşılaşması muhakkak bir çarpışma ile neticelenecekti. Bu suretle konakta “kuvay-ı te’dibiyye” teşkil eden muhtelif ekipler, emir bekliyorlardı” ifadeleri şaşırtmasın. Burada geçen “kuvay-ı te’dibiyye” tedip yani yola getirme, uslandırma gücü anlamındandır, Fehim Paşa’nın kolu kanadı altındaki kabadayı gücünden, tabiri caizse çetesinden bahsedilmektedir.

Bedirhani Ali Şamil Paşa

O dönemde paşaların etrafındaki silahlı grupların oluşumu ve kendi aralarındaki çatışmalar afaki gelmesin.

Araştırmacı Sinan Çuluk’un 10 Temmuz 2015 ve 29 Haziran 2018 tarihlerinde Facebook hesabında söz konusu dönemle ilgili şu sözleri, dönemin atmosferine ışık tutmaktadır:

“II. Abdülhamid, saltanatın gücünü zayıflatıp ülkeyi Meşrutiyet rejimine sürükleyen Tanzimat devrinden kalma bürokrasi, nüfuzlu rical ile aydınların etkisini kırabilmek uğruna taşra hanedanları ve nev-zuhur devlet adamlarına yol verdi, önlerini açtı. Anadolu, Rumeli ve Arap vilayetlerinin nüfuzlu aileleri fırsatı ganimete çevirip, halkı eze eze sindirip, dikensiz gül bahçesinde güçlerine güç kattılar. Bilhassa İstanbul, 1900-1908 arasında, doymak bilmeyen yeni sınıfın rekabet ortamında her türlü çıkar çatışmasının mekânı haline geldi. II. Abdülhamid, istibdat rejimine karşı acımasız ve etkili muhaliflerinin darbelerini hissettikçe, kendine müttefik olmaları için ortaya çıkardığı grupların, gözünün önünde cereyan eden menfaat paylaşımına ses çıkaramıyordu. Bu ortamda çete oluşumları haliyle kendi aralarındaki kavgayı silahlı mücadeleye çevirdi ve bir anda kan gövdeyi götürdü.”

Gör’ün makalesinde belirttiği üzere Beşiktaş Yedisekiz Hasan Paşa’nın, Şişli Mehmed Paşa’nın, Üsküdar Ali Şamil Paşa’nın, Galata havalisi Çerkez Kabasakal Mehmed Paşa’nın sorumluluk alanıyken Beyoğlu bölgesinde faaliyet yürüten Fehim Paşa’nun bu kişilerin üzerinde tüm şehri kontrol etmesi, yalnızca padişaha karşı sorumlu olması ve yalnızca padişahtan emir alarak, padişaha hesap vermesi söz konusudur.

Çerkes Kabasakal Mehmed Paşa

Nitekim Sadrazam Ferid Paşa, Kabasakal Mehmed Paşa, Beşiktaş Muhafızı Hasan Paşa, Fuad Paşa ve Alman Sefiri Marschall von Bieberstein gibi birçok kişiyle vazifesinden itibaren ters düşmeye başlamıştır. Görevlendirilmesinin akabinde 1902’de gerçekleştirdiği Müşir Fuat Paşa Konağı baskını ve akabinde yaşananlar, vukuatlarından sadece bir tanesidir.

İSTANBUL’UN GÖBEĞİNDE MUHAREBE: MÜŞİR FUAD PAŞA’NIN KONAĞINI BASTILAR!

Hadise 1902’de İstanbul’da “ihtilal” çıkacağı ihbarından hareketle Fehim Paşa’nın çeşitli kabadayılardan müteşekkil çetesiyle silahlanıp Şehzadebaşı’ndaki konağının etrafını sarıp gözlemeye başlamasıyla meydana gelmiştir.

Müşir Deli Fuad Paşa

Kafkas kökenli Fuad Paşa’nın adamlarıyla Fehim Paşa’nın adamları birbirlerine bu gözetleme esnasında denk gelince silahlar patlamış, Fehim Paşa’nın adamları Fuad Paşa’nın adamlarına diş geçiremeyince çatışma Şehzade Camii avlusuna kadar taşmıştır. Gör’ün aktardığı üzere, önemin tanıklarından 1887 doğumlu Sermet Muhtar Alus, 1950’lerde kaleme aldığı Akşam Gazetesi’ndeki “civarlık hasebiyle dan dunları işitenlerdeniz” dediği bir yazısında bu çatışmayı, şu ifadelerle aktarmıştır: “(Fehim Paşa) bu zata da (Fuad Paşa’ya) kancayı takmıştı. Padişah aleyhine gizli bir cemiyet kurulduğundan, Paşa’nın o cemiyete dâhil bulunduğundan tutturarak, Şehzadebaşı Karakolu arkasında kira ile oturduğu konağı tecessüs ettirirken, hafiyelerle konağın uşakları arasında silahlı bir çarpışma vukubulmuş, birkaç kişi vurulmuştu. Civarlık hasebiyle dan dunları işitenlerdeniz. Devlet memurlarına karşı koydu bahanesiyle emektar müşiri Divan-ı Harb’de idama mahkûm ettiler. Sultan Hamit keenne lûtfediyormuş gibi, ölüm hükmünü kaldırdı; rütbe ve nişanlarını alarak Şam’a sürülmesi suretinde değiştirdi. Fuat Paşa, 6 sene muhafaza altında Şam’da yaşadı. 1908 inkılâbı üzerine İstanbul’a dönüşünde Galata rıhtımı, karşılayanların kalabalığından iğne atsan yere düşmeyecek raddeye gelmişti.”

Yaklaşık yedi yıl sonra konunun tekrar ele alındığı Dahiliye Nezareti’ne ait bir kayıtta, Fuad Paşa’nın konağında meydana gelen arbede ve çatışma esnasında, Fehim Paşa’nın adamlarından Nazmi ve Yusuf Efendilerin yaralanarak Şifa Hastahanesi’ne kaldırıldıkları; Fehim Paşa’nın, adamlarının tedavileri karşılığında hastahane müdüriyetine altın bir saat hediye ettiği kayıtlıdır ki Fehim Paşa’nın saraya gönderdiği jurnallerde polis memuru olarak gösterip hastaneye yatırdığı yaralı adamlarını bahane ettiği görülmektedir.

Bu tür kavgalara paşalara yakın olan isimlerin de karıştığı, kanlı olayların meydana geldiği bilinmektedir.

ARNAVUT TAHİR PAŞA İLE NÜFUZ KAVGASI: TRABZONLU ARİF BEY İLE ARNAVUT MATLI MUSTAFA’NIN KAPIŞMASI

“Sayılı Fırtınalar”da bahsi geçen ve belgelere göre 1907’de cereyan eden meşhur bir kapışma vardır. O dönem Yaver Fehim Paşa’nın Sertüfengi-i hazret-i şehriyarî müşîr devletlü Tahir Paşa yani Tüfekçibaşı Arnavut Tahir Paşa ile de arası açıktır. Sebebi belirtilmese de, 1899’daki kanlı cinayetler silsilesi ile aradan çekilen Gani Toptani Bey ile Sadrazam Halil Rifat Paşa’nın oğlu Cavit Bey’in bırakığı boşluğu Fehim Paşa’nın doldurmasından kaynaklanması mümkündür. Nitekim yaverlerden (yâverândan) Tiranlı Gani Bey, Arnavut Tahir Paşa’nın Arnavut tüfekçiler alayındaki zabitlerdendir. Kabadayılıktan gelme paşalardan olan Arnavut Tahir Paşa, boşluğu kendine yakın birisinin değil de başka bir odağın doldurmasına elbette hoş bakmamıştır. (Tiranlı Gani Bey ve Cavit Bey vakasını da bir başka yazımda tafsilatıyla anlatacağım.) Tahir Paşa’nın paşalığa yükseltilmesi, gençliğinde Üsküdar taraflarında Polonyalı bir güreşçiyi “madara” edip padişahın gözüne girmesi ve akabinde hizmete alınmasıyla alakalıdır. Tüfekçiler alayı misali Arnavut kabadayılarından oluşma bir ekibe sahiptir o da.

Fehim Paşa, İstanbul’un namdâr kabadayılarını yanına alamasa da bir şekilde onların meclisinde bulunmasından hoşnuttur, ahbaplık ettiği isimler vardır. Olayın yaşandığı tarihlerde Fehim Paşa ile Trabzonlu Arif Bey adında bir kabadayının ahbaplığı vardır, ancak Arif Bey kimseye bağlı değildir. Trabzonlu Hasan Kaptan’ın oğlu olan Arif Bey için annesinden hareketle bazı yazılarda bahsi “Çerkes Arif Bey” diye de geçmektedir. “Efendi kabadayı” takımından olan Arif Bey pek hır güre karışmaz, hayli kalabalık bir sülaleye mensup olsa da adamlarıyla gezmez, ancak biri hadsizlik edince tek başına meşhur tokadıyla müdahale eder, bununla bilinir. Kendi halinde bahçesiyle meşgul olmayı İstanbul’a nam salmaya yeğlemiştir.

MATLI MUSTAFA, BEYOĞLU’NDA TÜNEL’İN ÖNÜNDE ARİF BEY’E RASTLAYINCA…

Fehim Paşa ile Arif Bey’in dostluğu kendi “alemlerinde”, “Trabzonlu Arif Bey de Fehim Paşa’nın adamıdır hatta baş kabadayısıdır” şeklinde yorumlanması, bilhassa Tahir Paşa’nın adamlarınca bu şekilde tanınması söz konusudur.

Bir gün Arif Bey, Beyoğlu’nda Tünel’in önünden geçip giderken yolu Matlı Mustafa adlı başka bir kabadayıyla kesişir.

Matlı Mustafa, Arnavut Tahir Paşa’nın baş kabadayısıdır. Arnavutluk’un dağlık mıntıkalarından olan Mat taraflarından gelen, eşkıyalıktan sabıkası bulunan ve Ulunay’ın “ejderha suretli” diye tarif ettiği Mustafa, bir gün Ramazan gecesi Direklerarası’nda Mınakyan kumpanyasının Simon ve Mari temsilini izlerken, cani rolündeki Aleksaniyan’ın önüne geleni öldürmesine kızmış, “More bu kadar adamı nasıl öldürürsün?” diyerek nara atmış, Karadağ tabancasını çekip sahneye iki el ateş etmiştir. Perde hemen kapanmış, korkudan düşüp bayılan oyuncu Aleksaniyan o mevsim bir daha sahneye çıkamamıştı. Bu “silahşorlar” her yere girip çıkan, Tahir Paşa sayesinde astıkları astık kestikleri kestik imtiyaza sahip kimselerdi.

Matlı Mustafa bir yerde içtiğinde Fehim Paşa’ya ve adamlarına sövüp sayıyor, küfürleri de bire bin katılarak paşaya aktarılıyordu. Bir gün yine boy göstermek için gittiği bir mekanda olay çıkarmıştı. Beyoğlu o dönem kabadayıların başlıca çekişme alanı, Fehim Paşa’nın adamlarına meydan okumak için de en müsait yer.

Alkolün de etkisiyle “Fehim Paşa’nın adamlarından birine rastlasam da el alemin gözünün önünde tepelesem, namım yürüse” diyerek önce mekanda sonra da mekanda nara üstüne nara atmakta, Fehim Paşa’ya küfretmektedir. Zaptiyelerin Tahir Paşa’nın nüfuzu nedeniyle kendisine aşina olduklarından sakinleştirmeye çalışıp rica minnet mekandan uzaklaştırmaya çalıştıkları esnada Arif Bey’i gören Matlı Mustafa onu hemen tanır. Uzaktan uzağa bilmekte ve Fehim Paşa’nın adamı olarak düşünmektedir.

Yol ortasında Arif’i fark eder fark etmez, “Aha more Fehim bilmemnesinin adamlarından biri de bu Arif bilmemnesidir” diye sövüyor. Arif Bey, küfrünü Matlı’nın sarhoşluğuna verse de yine de ikaz ediyor kendisini. “O lafı bana mı dedin?” diyor. “Duymadın mı more eşek herif sana derim” diye karşılık veriyor, Matlı’da. Arif Bey zaptiyeleri yarıp yakasına yapıştığı Mustafa’yı bir silleyle yere seriyor. Tabancasını çekmek isteyince Arif Bey döve döve tabancasını elinden alıyor. Zaptiyeler kan çıkmasın diye araya girip ikisini de birbirlerinden uzaklaştırıyor.

KAVGANIN GÜMBÜRTÜSÜ SARAYA KADAR UZANIYOR

Mevzu anında o dönem İstanbul’unun kahvehanelerinde bitirimhanelerinde yayılıyor. Matlı’dan Arif Bey’den çıkıp, “Tahir Paşa’nın adamı, Fehim Paşa’nın adamından dayak yedi”ye dönüşüyor bire bin katılarak. Kavganın yankıları Yıldız Sarayı’na, Mabeyn’e kadar uzanıyor.

Fehim Paşa olaydan bir gün sonra Mabeyn’de Tahir Paşa ile karşılaşıyor.Tahir Paşa, “Adamlarına sahip çık” diye kendisini uyardıktan sonra kavgadan haberdar oluyor. Namını koruduğunu düşündüğü için “demir tekerlekli” meşhur faytonuyla Arif Bey’in baba yadigarı evine giderek kendisini ziyaret ediyor. Fehim Paşa’yı evinin kapısında karşılayan Arif Bey, kavganın bahsi geçince mühim bir mesele olmadığını, paşayla alakası olmayıp kendisine küfrettiği için Mustafa’yı dövdüğünü söylüyor.

Paşa kendisine yaltaklanmadan meselesi olduğu gibi anlatınca kendisine teşekkür edip oradan ayrılıyor. Ama bu ziyaret “âlemde” alelade bir ziyaret olarak değil, “Fehim Paşa adamına arka çıktı” şeklinde yorumlanıyor ve şehre yayılıyor. Matlı Mustafa, baş kabadayısı olduğu Tahir Paşa’ya karşı mahcup olmamak için her yana haber salıyor. Arif Bey’le denk geldiği yerde ölümüne kapışacağını söylüyor bulunduğu her mecliste.

KAVGA KAN DAVASINA DÖNÜŞÜNCE

Matlı Mustafa, Arif Bey nereye gitse orada görünüyor. Bir gün haber uçuyor Matlı’ya, “Arif Bey arkadaşlarıyla Beyoğlu’nda falanca mekanda” diye. Arkadaşlarıyla mekana gidiyor Mustafa. Arif Bey, mekanda otururlarken Matlı Mustafa gelince, Arif bey hariç arkadaşları tedirgin oluyor. “Başka yere gidelim” diyorlar. Normalde korktu sanmasınlar diye kabul etmese de arkadaşları rahatsız olmasın diye başka bir mekana gidiyorlar. Matlı yine peşlerinden gidiyor. Çalgılı bir mekan bu sefer girdikleri. Oturuyorlar. Mastika (sakız rakısı) isteniyor midye, tarator geliyor.

O dönemde âdet, sahneye para atılarak şarkı isteniyor. Arif Bey bir şarkı istiyor para atıyor lavaboya giderken. Lavabodan geldiğinde bir geliyor başka şarkı çalınıyor, kendi şarkısı kesilmiş. “Dramalı Hasan” türküsünü okuyorlar, meşhur nakaratını “At martini de bre Matlı Mustafa” şeklinde. İkinci kavgaları bu yüzden çıkıyor ve bu kez bıçaklar fora ediliyor. Matlı kendi kamasıyla elinden yaralanıyor, aralarındaki çekişmeden mülhem birbirlerinden şikayetçi olmuyorlar. “Âlem” artık “birinden biri gidici” gözüyle bakıyor ikisine.

SİLAHLAR ÇEKİLİNCE…

Başka bir gün bu sefer Matlı Mustafa, Arif Bey’e bir mekandan çıkarken rastlıyor. Arif Bey aralarındaki mevzuya rağmen korktu demesinler diye halini hatırını soruyor, Mustafa da onun halini hatırını soruyor. İyiyim cevabını alınca, “Görüyorum more eşek gibisin!” diyor. Arif Bey cevaben Matlı’nın masasına iskemle uçuruyor, herkes ayağa fırlıyor. Birbirlerine sövüp saymaya başlıyorlar, yanlarındakiler ikisini sakinleştirmeye çalışıyor.

O esnada küfürleşmeleri duyan bir komiser, zaptiyelerle mekana doğru koşturuyor ama bir kere eller tabancalara uzanıyor. Matlı Karadağ tabancasına asılıyor, Arif Bey de Smith Wesson tabancasına. Herkes kaçışıyor Mustafa iki kurşun sıkıyor, Arif Bey Matlı’nın kalbine tek kurşun sıkıyor. Mustafa yere yıkılınca “Çıkarın bunu kalbinden vurdum” diyor.

Matlı, kalbinden vuruluyor ama iç cebindeki sigara tabakasında sıkışıp kalmış mermi, nişan fişeği olduğu için tabakayı delip geçemiyor. Mustafa’yı hafif yaralı diye bir eczaneye götürüyorlar yakınlarda. Arif Bey ise kan kaybediyor an be an, hastaneye kaldırılıyor. Vurulma haberi İstanbul’a yayılıyor. Arif Bey’in akrabaları silahları bellerine takıp geliyorlar hastaneye. Hatta Fehim Paşa bizzat sarayın doktorlarından biriyle geliyor hastaneye.

Arif Bey, genç yaşta kurtarılamayarak vefat ediyor. İstanbul’da muazzam bir kan davasının kıvılcımı böylece yakılıyor. Arif Bey’in akrabaları Matlı’yı tez vakitte öldürmenin peşinde, diğer yanda Fehim Paşa ile Tahir Paşa’nın kapışması var. Mabeyn’de tartışıyorlar cinayet hakkında. Trabzonlu Arif Bey’in ailesi de tartışıyor “Kanı kime düşer?” yani intikamını kim alır diye.

UMMADIK TAŞ, YARAR BAŞ

Olay günü tutuklanan Matlı Mustafa’nın mahkeme günü gelip çatıyor. Matlı’yı sekiz-on seçme jandarma koruyor izbandut misali. Diğer jandarmalar da mahkeme giriş ve çıkışlarında üst baş araması yapıyor. Öyle sıkı önlem alınmış ki, görenler Mustafa’nın mahkemeden sonra mahpushaneye düştükten sonra öldürüleceğini düşünüyor. Öyle ki Arif Bey’in kendileri de kabadayı meşrep kardeşleri de alınmıyor binaya.

Sadece Arif’in küçük kardeşi Ziya girebiliyor içeri. O da çelimsiz, hatta gözleri iyi görmeyen, sessiz sakin biri olduğundan jandarmalar dikkat etmiyor. Mahkeme salonunun girişinde duvar dibine çömelmiş oturuyor.

Matlı Mustafa jandarmaların arasında salona doğru getirilirken, Ziya ayağa kalkıp: “Ağabeyime selam…” diye bağırıyor ancak son kelimesi olan “söyle” işitilemiyor. Üç el tabanca sesi mahkemeyi birbirine katıyor. Kanlar içinde yere yığılan Matlı Mustafa doktor yetişemeden ölüp gidiyor.

“Ağabeyinin kanını nasıl aldı?”, “Matlı’yı zımba gibi delmiş” lakırtıları arasında İstanbul’da ve “âlem”de Ziya’nın namı yayılıyor, bir anda sayılı kabadayılar arasında adı geçmeye başlıyor.

İlerleyen yıllarda “Kumarbaz” lakabını taşıdığını bildiğimiz Ziya, 13 Haziran 1913’te Divanyolu’nda, Sakalar Çeşmesi önünde gerçekleşen “Mahmud Şevket Paşa” suikastına karışlıyor. Topal Tevfik, Nazmi, eski Bahriye Yüzbaşısı Şevki, Teğmen Mehmed Ali, Gelenbevî Mektebi Başmubassırı Abdullah Safa ve Abdurrahman adlarındaki tetikçilerle birlikte Mahmud Şevket Paşa’yı öldüren Kumarbaz Ziya, yardım ve yataklık sebebiyle davaya dahil olan kimselerle birlikte idam edilen 12 kişi arasında yer alıyor.

Sadrazam-ı mektubi kalemi, 1099 numero, tarih-i tevdi: 12 Cemaziyelahir 1325-10 Haziran 1323 [metinde 1325] (23 Haziran 1907) tarihli, Matlı Mustafa’nın taammüden ve tasavvuren Dersaadet Emtia-yı Ecnebiye gümrüğü mukayyidi Hasan Bey’in oğlu Ziya tarafından öldürülmesine dair belge.

FEHİM PAŞA’NIN ASIL VUKUATLARI

Bunca vukuatın arasında paşaların arasındaki nüfuz çekişmesi, çok büyük şikayetlere ve infiale yol açmadıkça kolay kolay önlenememiştir.

Fehim Paşa’nın 1907’de Bursa’ya sürgüne gönderilmesinde İngiltere, Almanya, İtalya ve Avusturya Sefaretlerinin şikayetleri etkili olmuştur. Belgelere yansımasa da kapitülasyonların koruması altındaki kimselere dokunabilen ve Beyoğlu’na eli uzanan bir yapıda olması, hayatını şekillendiren ve sürgününe de yol açan olaylara sebep olmuş olmalıdır.

Nitekim 1905 yılının ilk aylarında, Avusturyalı ve İtalyan bazı tüccarların gerçekleştirdikleri silah ticaretine Fehim Paşa’nın emri altındaki memurlar tarafından müdahale edilmesi, 1907’de Fehim Paşa tarafından tazyik edildiği iddiasıyla İngiltere Sefareti’ne başvuran Ventura isimli Osmanlı tebaası bir Musevinin diplomatik krize dönüşen şikayeti, Ventura meselesi dolayısıyla Sadrazam Ferid Paşa’nın Fehim Paşa’nın Bursa sürgünü ardından Yıldız Sarayı’na sunduğu arzda Fehim Paşa’nın vukuatlarının bahsi kariyerinin de sonunu getirmiştir. Avusturya Sefaret tercümanın ve sefaret kavasının üzerlerinin aranması hadisesi de bu olaylar arasındadır.

Sadrazam Avlonyalı Ferid Paşa’nın sunduğu arzda Fehim Paşa’nın Zaptiye Nezareti içinde polis komiseri dövmesi ve nâzırın akrabasında birini darbetmesi, vukuatlarının Avrupa basınında da yankı bulması gibi hususlara değinilmiştir.

İstanbul’da Fehim Paşa hakkında tahkikat icra edilerek Sadaret’ten Yıldız Sarayı’na Fehim Paşa’nın adının geçtiği olaylarla ilgili raporlar da iletilmiştir. Fehim Paşa’nın adamları ve Galata polis komiserleri tarafından Galata’nın çeşitli
yerlerinde üç kumarhane açılması ve bu kumarhanelerde meydana gelen kavgalarda tüfekçilerden birinin öldürülüp bir kişinin de yaralanması, Galata’da Fehim Paşa’ya bağlı memurlar hakkında resmî dairelere çok sayıda şikayet gitmesi, işten el çektirilen bir memurun Fehim Paşa’nın nüfuzuyla yeniden istihdam edildiği gibi vukuatlar da belgelerde yer almıştır.

“GENÇLİK SAİKASIYLA” BURSA’YA SÜRGÜN

Fehim Paşa, Yıldız Sarayı tarafından bir dereceye kadar korunsa da Alman Sefiri Bieberstein’in şikâyeti, Fehim Paşa için Gör’ün tabiriyle sonun başlangıcı olmuştur. Pera civarında yaşayan
Avrupalılardan ve diplomatik temsilciliklerden Paşa hakkında Yıldız Sarayı’na ulaşan şikâyetlerin arttığı bir dönemde, Ocak 1907’de Alman Sefareti’nden Kaspar adlı Alman bir tüccara ait travers taşıyan bir gemiye el konulması ve sorumlunun Fehim
Paşa olduğunu dair Sadaret’e ve Yıldız Sarayı’na şikayet etmesi, sürgünün sebebi olmuştur.

Paşa’nın Bursa’ya zorunlu ikamete tabi tutulmak üzere gönderildiği belirtilen ve Bursa Valiliğine gönderilen telgrafta, Fehim Paşa’nın “gençlik saikasıyla bazı ahvalinden dolayı” gönderildiği ifade edilmektedir. Gör, yukarıda bahsettiğim makalesinde dönemin Bursa Valisi Tevfik Bey’in Fehim Paşa için Çekirge’de bir konak kiraladığını, valinin hatıratında geçen tabirle “Fehim Paşa ailesi ve herkesin bildiği atlas döşeli arabasıyla” Bursa’ya ulaştığını anlatır.

Mabeyn’den Bursa Valiliği’ne gönderilen ikinci bir telgrafta, Fehim Paşa’nın kendi halinde yaşamasına dikkat edilmesi gerektiği; ayrıca tüm ihtiyaçlarının Hazine-i Hassa tarafından karşılanacağı, bu nedenle kimseden para istenmesine meydan verilmemesi yönünde emir gönderilmişti.

Fehim Paşa’nın Bursa’ya gönderilmesi dolayısıyla bu şekilde ardı ardına emirler alan Vali Tevfik Bey hatıratında, “Sultan Hamid’in Fehim Paşa’yı böyle benim başıma sarması hiç
hoşuma gitmedi” diye not düşmüştür.

Tüm bu hengame yetmezmiş gibi bir de “Margaret” meselesi meydana gelir, hem de umulmadık bir şekilde.

“HATIRLA MARGARET, O MEŞUM GECEYİ”

Fehim Paşa’nın başını yakan bir gönül serüvenidir Margaret.

Murat Bardakçı, “Türkiye’de Paşa tutuklamalarının 100 küsur senelik hüzünlü tarihi” başlıklı köşe yazısında, “Hatırla Sevgili” adıyla bilinen ünlü şarkının “Hatırla Margaret o meş’um geceyi” dizeleriyle söylendiğini şu sözlerle aktarmaktadır: “Birkaç gün sonra, İstanbul’un eğlence mekânlarında ‘Hatırla Margaret o meş’um geceyi’ sözleriyle başlayan yepyeni bir şarkı işitilir oldu. Eser, Muhlis Sabahaddin Bey’e aitti; güftede bahsi geçen Margaret, linç edilen Fehim Paşa’nın meşhur metresi idi ve şarkının ismi, meşhur olmasından sonra yayınlanan notasında da ‘Hatırla Margaret’ diye yazılmıştı. Aradan seneler geçti, Margaret’ten bahseden şarkı meşhur bir aşk nağmesine döndü, sözleri değişip ‘Hatırla sevgili, o mes’ud geceyi’ hâlini aldı ve notası da artık bu şekilde yazıldı. “

Sermet Muhtar Alus; Margrıt’ın Alman olduğunu, İstanbul’da gösteri yapan Morgan ailesinin kızı olduğunu söylüyor.
Buna göre Morgan ailesi, kızlarını Fehim Paşa’ya vermeyince Paşa sinirlenip cümlesini tekme tokat memleketten kovmuştr, Margaret hariç. Reşad Ekrem Koçu’ya göre Kumpanyacı Morganlar İngiliz’dir, hatta Margrıt’ın kardeşi sonradan Müslüman olmuş, tulumbacılar arasına karışarak İngiliz Hidayet adıyla nam salmıştır. En detaylı bilgileri roman olarak yazan Ahmet Naci’ye göre ise Margrıt, Morgan kumpanyasında çalışıyordur, kızları değildir. Babası Avusturya’da yaşamaktadır. Fehim Paşa, 1905’te evlendiği bu tiyatrocu kızla bir müddet beraber olmuş sonra başından savmıştır. Bu olayda en yakın adamı Mehmed Süreyya Bey’in bahsi de geçmektedir ki 1907 sonrasında kendisinin İstanbul’dan kaçarak Berlin’e gittiği, hakkında tahkikat yapıldığı, İstanbul’dan ayrılmadan önce yüklü bir para çektiği belgelerde geçmektedir.

Margaret’tan ayrılmasından dolayı Almanya Konsolosluk Mahkemesi’nde yargılanarak yüksek miktarda tazminat ödemek zorunda kalmıştır Fehim Paşa. Bu yüzden mi bilinmez bir Cuma günü selamlık töreninden sonra huzura kabul edilmiş olan Almanya Sefiri’ni sefarete dönüşünde Beyoğlu’na kadar takip etmesi ve bu sırada tehditkârî hareketlerde bulunarak sefiri taciz etmesi yine şikayet konusu olmuştur.

Margaret’ın son hamlesi sadece paşayı tanzimata mahkum etmek olmamıştır. Takriben Şubat 1907 sonlarında Matbuat-ı Dahiliye İdaresi müfettişlerinin Sirkeci’de bir karpostal dükkânında üzerinde “Margarethe Fehim Pascha” yazılı
kartpostallara hükûmet tarafından el konulduğu ifade edilmektedir.

İSTANBUL’A KAÇMAYA ÇALIŞIRKEN KALABALIĞIN ELİNE DÜŞTÜ

Fehim Paşa geri dönmek için ricada bulunduğu arzıhalında “Zat-ı şahanelerinizi görmek isterim. Almanya Sefareti bunu da men’ edemez ya.” ifadelerine yer verse de (bu anekdotu aktaran İdris Mahfi’ye teşekkürlerimle) Bursa’dan dönemeyecektir. Fehim Paşa, Bursa’ya gönderildikten yaklaşık bir buçuk yıl sonra İstanbul’da Meşrutiyet ilan edilir. Bu esnada günlerini İstanbul’a geri dönüşü için ricacı olduğu telgraflar göndermekle geçirmiştir.

Meşrutiyet’in ilanının ardından Meclis-i Vükela’nın 29 Temmuz 1908 tarihli kararnamesiyle hafiyelik faaliyetlerine son verilir, sonra Sultan Abdülhamid’in 31 Temmuz 1908’de konuyla ilgili iradesinin alınmasının ardından aynı kararname vilayetlere de telgrafla bildirilerek resmi olarak hafiyelik faaliyetleri yasaklanır. Gör, Vali Tevfik Bey’in hatıratından Meşrutiyet ilan edildikten sonra kapısını çalan ilk kişinin Fehim Paşa olduğunu aktarır, Paşa’nın hayli telaşa kapıldığını kaydeder.

Bu noktadan sonra gelişen olayları Gör şu sözlerle aktarmaktadır: “Fehim Paşa’nın burada, Meşrutiyet’in ilk günlerinde bir suikast tehlikesi de geçirdiği, fakat şüphelinin zamanında yakalanıp adliyeye teslim edilmesiyle Fehim Paşa’nın zarar görmediği Yıldız evrakında kayıtlıdır.6 Paşa her ne kadar Meşrutiyet’in ilk günlerindeki bu suikast planından kurtulsa da, birkaç gün sonra meydana gelecek olan olaydan kurtulamayacaktır. Fehim Paşa Bursa’dan çıkmanın yollarını aradığı bir sırada, Bursa Yenişehir’de, Eskişehir’e gitmek isterken arabasının etrafını çeviren kalabalık tarafından linç edilerek öldürülmüştür. Bu olayı Bursa Valisi Tevfik Bey hatıratının Meşrutiyet’in ilk günlerini kapsayan kısmında ayrıntılarıyla anlatır. Tevfik Bey, öldürülmeden önce Mudanya’da olan Fehim Paşa ile telgraf üzerinden görüştüğünü, kendisine “derhal Bursa’ya dönünüz” dediğini; fakat Fehim Paşa’nın Bursa’ya gelmek üzereyken arabasıyla Yenişehir istikametine sapmasından kısa bir süre sonra, Yenişehir girişinde halk tarafından parçalanarak öldürüldüğünü kaydeder.”

Twitter üzerinden Tarihçi Derya Tulga ile Fehim Paşa konusunda yaptığımız görüşmelerde, hiç ilgisi olmayan bir kasabada tanınıp linç edilmesinin ilginçliğini vurgulayarak “kara kutu olmanın bedeli”ni ödediğini (her ne kadar Başkatip Tahsin Paşa nüfuzu olmadığını, huzur-ı hümayuna hiç girmediğini yazsa da), yoluna özel ekip çıkarıldığını, bu ekibin de henüz tahtta olan ve sırlarının tehlikede olabileceğini düşünen Sultan Abdülhamid tarafından gönderilebileceğine dikkat çekmişti.

Paşa’nın İstanbul’a geri dönüşüne yönelik ısrarlı çabası ve son kerteye kadar nerede olduğunu dahi açık etmesi, bu yöndeki kanıyı kuvvetlendirmektedir.

TİYATRO OYUNLARINA ROMANLARA KONU OLDU

Fehim Paşa’nın maceralı yaşamı Ahmed Naci’nin “Fehim Paşa ve Margrıt”, Ercümend Ekrem Talu’nun “Kodaman”, Ahmet Altan’ın “Kılıç Yarası” gibi romanlarında yer aldı. Sebahattin Demiray “Kayıp İsimler Sözlüğü” adlı romanında, İhsan Oktay Anar da “Yedinci Gün” adlı romanında kendisine göndermelerde bulundu.

Turgut Özakman’ın defalarca sahne konan “Fehim Paşa Konağı” adlı iki perdelik meşhur komedisinde yer buldu.

ŞAİR EŞREF’İN KALEMİNDEN FEHİM PAŞA

Sultan Hamid devrinin en sayılı fırtınası Fehim Paşa’nın bahsi hicivlerini kimseden esirgemeyen Şair Eşref’in beyitlerinde ve notlarında geçmektedir.

İşte Eşref’in yazdıkları:

“Muahharen İzmir’de işittim ki Kanlıcalı Mustafa Efendi isminde birisi -eğer vaki ise sevk-i yeisle olacağında şüphe yoktur- hapishanede güya ‘Hapisten çıkarsam Sultan Hamit’i şöyle edeceğim, böyle edeceğim’ demiş. Bu Mahmut Tahir Bey denilen çocuk da o zaman ‘Ben sana muavenet ederim’ [yardımcı olurum] diye söz vermiş. Mahbusînden de [mahpuslardan] bilmem kim Fehim Paşaya ihbar, paşa da adliyeye iş’ar ederek [yazıyla bildirerek] bunlar yeniden bi’l-muhakeme [mahkemeyle], cezaları tamam dokuzar seneye çıkarılmış. …Ben bu Kanlıcalı Mustafa Efendiyi de hapishaneden tanıyorum. Bu zavallının ilk üç senelik mahkûmiyeti de güya Sultan Hamit’e sövmüş olmak üzere Fehim Paşa tarafından edilen bir jurnal üzerine vuku bulmuştur…Esvapçıbaşının vâlidi [metinde böyle yazılmış ama sanırım veledi olmalı, oğlu anlamında] olan Fehim Paşanın kim olduğunu iyi anlatabilmek için çocukluğundan beri nasıl kucaklarda büyüdüğünü ve hengam-ı şebâbetini [gençliğini] ne sûretle geçirdiğini karıştırmayacağım ve kendini kurtardıktan sonra da ne kadar can yakmış, ne kadar ocak söndürmüş, ne kadar hetk-i ırz [ırza geçme] etmiş olduğunun burada istatistiğini yapmayacağım. Ahiren [sonradan] evrâk-ı muzırra taharrisi [zararlı neşriyat araştırma] bahanesiyle girdiği erbâb-ı nâmûs [namuslular] hanelerinden ne kadar huliyyat [altın, gümüş vb. süs eşyası] ve mücevherat taraklamış [alıp götürmüş] olduğunu da zikretmeyeceğim. Ancak Abdülhamit’in ahiren tebdil-i veraset-i saltanata tasaddi ettiğini işittiğim vakit tasaddi ettiği rivâyâtını işittiğim vakit söylediğim atideki [aşağıdaki] kıtalardan üçün birisi, bu edepsiz Fehim’in mahiyetini layıkıyla meydan-u vuzuh vaz’ edeceğinden [ortaya koyacağından] şuraya onları yazmakla iktifa edeceğim [yetineceğim]: ‘Devr ü teslim etmek üzere düşmene bâkisini [Elde kalanını düşmana devretmek üzere]/Mülke [devlete] bir hayrü’l-hâlef [hayırlı halef] bulmaklığa cehd etmeli/Nâmını rahmetle yâd ettirmek isterse Hamîd/Süt karındaşı Fehim’i bir veliahd etmeli’ Şu son kıtayı yazdığımız vakit, Abdülhamit’in süt kardeşi Fehim olmayıp babası İsmet Bey olduğunu birisi ihtar ettiğinde ‘Sütübozuk olduktan sonra babasnın da oğlunun da Allah belasını versin’ demiştim. Şimdi şu Fehim anlaşıldı ya!” (Deccal-Birinci Kitap)

“Paris’te bulunduğum zaman mâbeyne [padişahın özel kalem odası] mensup yâverandan [yaverlerden] Rıza ve biraderi Ahmet Şevket Paşaları gördüm. Sebeb-i firarlarını sorduğumda
bâ-îrade-i seniyye [padişah emriyle] katil-i meşhur Fehim Paşa tarafından dayak yediklerini söylediler. Ben de ‘Bâ-îrade-i seniyye Fehim-i lêm eliyle külbastı yenmez ya, elbette dayak yenir’ demiştim.”
 (Deccal. Gönül Eğlencesi-İkinci Kitap)

“Fehim Paşa: Abdülhamid’in süt biraderzadesi, mürtekib [kötü iş yapan], her seyyiâta mâlik [her çirkinliğe sahip], hûn-hâr [kan içici], hûn-riz [kan dökücü] bir canavardır.” (Şah ve Padişah)

“Batarsın bir ticarethane açsan, olsa sermâyen/Fehim Paşa gibi alçaklara i’tâ-yı rüşvetten [rüşvet vermekten] …Fehim Paşa açık kâtil iken kâtil Hüseyn oldu/Bidâyet [başlangıcı] böyledir, amma değişti iş nihâyetten. (Eşref’in notu): İstanbul’da Pangaltı vukuât-ı rezîlesi herkesin malumudur. Esvabçıbaşı İsmet’in v…’sı Fehim-i leîm [alçak], bilâ-mûcib [icap etmiyorken] kamasını çekerek
önüne rastgelen beş altı çoluğu çocuğu yaraladı. İçlerinden birisi de öldü. Hüseyin Çavuş namına birisine ‘Ben öldürdüm! dedirttiler. O eşek herif hala mahpustur. Bu cinayeti zinhar istikbalde tarih unutmamalıdır. Bu vaka Fehim’in mebde-i feyz-i ikbâli olmuştur [şöhretinin başlangıcı olmuştur]. Çünkü Abdülhamit kendisi gibi “deli kanlıları” himaye eder, büyütür, zira mübareke zat ehl-i cinayeti pek ziyade sever.”
 (Hasbihal. Birinci Kitap)

(Eşref’in kitaplarına girmemiş kıtalarından biri ve yine Eşref’in uzun uzun açıklaması) “‘Bu tesadüften melekler oldu şâd/Vardır elbette daha âmâdeler [hazır olanlar]/Şehremîni dâhil oldu cennete/Çıktı cennetten Bedirhanzâdeler’. İstanbul şehremini Rıdvan Paşa ikametgahına giderken Göztepe Demiryolu mevkıfında [istasyonunda] üzerine birkaç kişi hücum etmiş ve attıkları kurşunların sekizi müşarünileyhe [adı geçene] isabet eylemiş olmakla hiçbir lakırdı söylemeksizin on dakika sekr [şuursuzluk] ve vefatı vuku bulmuştur. Hücum edenlerin Vanlı, Bitlisli olması ve müşarünileyhin [adı geçenin] teşrifatçılardan Bedirhanpaşazade Abdürrezzak Beyle husumet-i sabıkası [eski düşmanlığı] bulunması, fiil-i katlin Bedirhanpaşazadeler marifetiyle vukua getirildiğini hükmettiriyor. Şevketlinin [padişahın] de bu katilde zî-medhal [katkısı] olduğunu zannedenler yok değil, çoktur, Bursa Valisi Reşit Paşa, müteveffaya [ölene] hayrü’l-halef olmuş ve gidenin, selefi Mazhar Paşayı arattırdığı gibi şimdiki yadigarın da Rıdvan Paşa’yı mumla arattıracağı muhakkak bulunmuştur. Rıdvan Paşanın suret-i vefatı [ölüm şekli] halka “Allah büyüktür” dedirtecek yolda olduktan başka vefatıyla halk hem kendisinden hem de Bedirhan haşerâtından kurtuldu. Allah Fehim Paşayı da emîn-i cedid [yeni şehremini] Reşit Paşaya, Çerkes Mehmet Paşayı da [Kabasakal Mehmet Paşa] zabtiye nazırına musallat etsin de memleket bunları hepsinden de temizlensin. Ahiren varid olan [sonradan gelen] haberlere göre mâbeyn teşrifatçılarından ve Bedirhanzâdelerden Abdürrezzak Beyle Üsküdar kumandanı Ali Şamil Paşa ve Bedirhanzâdelerden taşralarda müstahdem [görevli] ne kadar adamlar varsa cümlesi hünkârın iradesiyle derhal tevkif ve elli bir kişiye baliğ olan Bedirhanîlerin cümlesi Yemen ile Taif’e nefyolunmuşlar [sürülmüşler]. Hem pilav yağlanıp hem tencerenin temizlenmesinden memnun kalan şair ise bu haberler zerine kıta-i atiyeyi [bahsi geçen kıtayı] söylemiştir.” (Burada bahsi geçen suikastı da başka bir yazımda anlatacağım)

“Allah emsâliyle her saat müşerref eylesin/Etti Esvabcıbaşı İsmet dahi terk-i hayat/Son libâsı [elbisesi, kefeni] İsmet’in hünkâra da olsun nasîb/Kâbızu’l-ervâha minnetdar kalsın kainat” (Doğru Söz, 1906) “Ziyâ-yı Musib” başlığıyla)

“Sultan Hamit’in süt kardeşi, Beyoğlu canavarı Fehim’in babası esvapçıbaşı İsmet’in inâyet-i rabbaniye ile azim-i rah-ı cahim [cehennem kastediliyor] olduğunu İstanbul gazetelerinden okuduk. Cenâb-ı Hakk bütün Müslümanları emsâl-i kesîresini [benzerlerini] idrak [yaşamak] saadetiyle memnun eylesin. Amin.” (Doğru Söz [gazete], “Ziyâ-yı Musib” [İsabetli Işık], 1906)

BİR DEVRİN SON TANIKLARI: MARGARET KARTPOSTALLARI

Bugün gerek Türkiye’de gerekse yurt dışında müzayedelerde, sahaf sitelerinde satılmakta olan “Margarethe Fehim Pascha” kartpostallarından bir kısmı aşağıdadır. Mezatlardan ve belli satış yerlerinden alındığı bazılarının üzerindeki logolardan anlaşılmaktadır.

KAYNAKÇA:

-BARDAKÇI, Murat, “Türkiye’de Paşa tutuklamalarının 100 küsur senelik hüzünlü tarihi”, Habertürk, 5 Haziran 2011.

-DEAL, Roger A., “The Kabadayis of Istanbul”, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), University of Utah, 2000.

–––––, Namus Cinayetleri, Sarhoş Kavgaları: II. Abdülhamid Döneminde Şiddet, çev. Zeynep Rona, Kitap Yayınevi, İstanbul 2017.

-GÖR, Emre, “II. Abdülhamid Dönemi’nden Bir İstihbaratçı Profili: Serhafiye Fehim Paşa (1873-1908)”, Stratejik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt 3, Sayı 1, Mart 2019.

-HUYUGÜZEL, Ö. Faruk-ÇAĞIN, Şerife, Eşref Bütün Eserleri, Dergah Yayınları, İstanbul 2006.

-KOÇU, Reşad Ekrem, “Fehim Paşa”, İstanbul Ansiklopedisi, Cilt 10, İstanbul Ansiklopedisi ve Neşriyat Kollektif Şirketi, İstanbul 1961, s. 5603.

-ULUNAY, Refi’ Cevad, Sayılı Fırtınalar-Eski İstanbul Kabadayıları, Arba Yayınları, İstanbul 2003.

-YALTIRIK, Mehmet Berk, “Eski İstanbul Kabadayısı Figürü ve Bir Şehrin Yaşadığı Değişimler”, Osmanlı’da Şehir, Vakıf ve Sosyal Hayat,  Mahya Yayıncılık, İstanbul 2018, s. 83-97.

 

QHA.COM.TR