'Allah’ım bir tek bizim sesimiz mi ulaşmıyor sana'

ŞÎLAN’IM OLSA ÇABUK BİTERDİ BU İŞLER

'Allah’ım bir tek bizim sesimiz mi ulaşmıyor sana'

'Allah’ım bir tek bizim sesimiz mi ulaşmıyor sana'

Şîlan’ın annesi, “Bak bunun oğlu yirmi yıldır zindanda. Yirmi yıl. Gidip göremiyor da. Sen bana biberi, patlıcanı soruyorsun. Biz bunları her yıl yapıyoruz. Adettir bizde. Adettir ama nasıl yiyoruz, boğazımızdan nasıl geçiyor, onu sor. Şîlan’ım en çok biber dolması seviyordu. Şimdi yiyebiliyor mu? Biberi ne zaman elime alsam aklıma bu geliyor, haram oluyor elimdeki biber.”

Vecdi Erbay  verbay@gazeteduvar.com.tr

DİYARBAKIR – Arada bir insanın terli yüzünü yalayan bir rüzgar çıkıyordu. Vakit akşam üstüne doğru ilerliyordu ama hava hâlâ sıcaktı. Rüzgar, arada ve kısacık esiyor olsa da, iyi geliyordu. Ateşin başındaki kadınlar rüzgar her estiğinde başlarını yukarı kaldırıyorlardı sanki. Rüzgarı yüzlerinde, tenlerinde daha iyi hissedebilmek için. Çocuklar kendi aralarında oyun oynuyorlardı. Ateşe her yaklaştıklarında azar işitiyorlardı annelerinden.

Etraftan topladıkları çalı çırpıyla yaktıkları ateşte biber ve patlıcan közlüyordu kadınlar. Kadınların ikisi ateşten aldıkları patlıcanları çıplak, alışkın, becerikli elleriyle soymaya çalışıyorlardı. Parmakları simsiyahtı ve kesinlikle çok yanıyordu.

Biraz ötede birkaç kadın kurutmak için biber ve patlıcan hazırlıyorlardı. Sapını kestikleri bibere ellerindeki bıçakla vuruyor, biberin içinde kalan çekirdekleri silkeliyorlardı. İçini boşalttıkları biber ve patlıcanları ipe geçirecekler, ipe geçirilmiş biber ve patlıcanları evlerinin balkonlarında ya da uygun gördükleri güneş gören başka bir yerde kurumaya bırakacaklardı.

Günler kısalmıştır, güneşin hükmü erken bitiyor ve bazen nereden estiği belli olmayan rüzgar akşam üstleri kendisini daha güçlü hissettirmeye başlamıştır. Mevsim dönüyor, yaz bitiyor demektir bu. Ama yine de yazın bittiğini, Diyarbakır’ın kışa hazırlandığını gösteren esas manzara kadınların bu faaliyetidir. Diyarbakır’da, Ağustos’un ikinci yarısında, daha çok yoksul semtlerde görünür bu manzara. Kadınlar dolmalık biber ve patlıcanları ipe dizerek balkonlara asar, közledikleri patlıcanları derin dondurucuda saklayarak kışa hazırlık yapar.

Zahmetli bir iş. Ağustos sıcağında ateşin başında çalışmak işin en zahmetli kısmı gibi geliyor bana. İşin en keyifli kısmı ise imece usulü yapılıyor olması. Akrabalar, komşular, arkadaşlar akşam üstü boş bir arsada toplanarak ateş yakıyor, kışlık yiyeceklerinin bir kısmını bu ateşte hazırlıyorlar. Ateşi harlarken, patlıcanları soyarken çektikleri eziyeti, sonu gelmez gibi görünen muhabbetle hafifletiyorlar.

ŞÎLAN’IM OLSA ÇABUK BİTERDİ BU İŞLER

Sorular art arda gelince, “Hele otur” dedi kadın, “Otur öyle konuşalım.” Çömeldim. Birkaç parçaya böldü patlıcanı, sonra içlerini oydu. O kadar pratik yapıyordu ki izlemekte güçlük çekiyordum. Bunu ona da söyledim, “Çok hızlı yapıyorsun” dedim. Bu iltifatın hoşuna gittiğini gülerek gösterdi. Hemen sonra kederle gölgelendi yüzü. “Benim Şîlan’ım da çok güzel yapardı” dedi. İç çekti. “Küçücüktü elleri, incecik, kalem gibiydi parmakları.”

Kadın ağlayacak sandım. Onunla birlikte çalışan kadınlar da öyle sanmış olmalıydı ki müdahale ettiler, “Gelecek inşallah, az kaldı” dediler.

Şîlan’a ne olmuştu? Merak ettim ama soramadım. Kadın, “Şimdi burada olsaydı yardım ederdi, çabucak bitirirdik bunları” dedi. Beni ve etrafındaki kadınları unutmuş gibiydi. Elleri mi ağırlaşmıştı, bana mı öyle geliyordu? Bıçak, sanki daha ağır ve özensiz oyuyordu patlıcanın içini. Hiç farkında olmadan kadının yarasına dokunmuş, acısını depreştirmiştim. Canım sıkıldı birden, kendime kızdım. “Abla” dedim çekinerek, “seni üzmek istemedim.”

DÖRT YILDIR ZİNDANDAYIM

Beni duymamış gibi, “Sen gazetecisin abê, bilirsin, siyasiler için af var mı yok mu, onu söyle” dedi kadın. Bir kez daha ne diyeceğimi bilemedim.

Siyasiler için ufukta af falan görünmüyordu zannımca. Ama bunu, gözlerini bana dikmiş, ağzımdan çıkacak cümleyi merakla bekleyen kadına söylemeli miydim? “Bilmiyorum abla” dedim, sonra kadının umudunu büsbütün kırmamak için, “Hiç belli olmaz bunların ne yapacağı” diye ekledim.

“Hiç belli olmaz” diye tekrarladı kadın, gözlerini elindeki patlıcan parçasına çevirerek. Patlıcanın içini ağır ağır oyarken devam etti: Şîlan’ım öğretmen olacaktı. İki yılı kalmıştı. Sonra evden alıp götürdüler. ‘Terör’ dediler Şîlan’ıma. Dört yıldır o zindanda, ben zindanda. Gün nasıl doğuyor, nasıl batıyor dört yıldır hiç bilmiyorum.”

İsmiyle seslenerek, “Yeter” dedi kadınlardan biri, “Kendini de çocuklarını da bizi de perişan ettin” diyerek serzenişte bulundu. Bunu söylerken karşısında oturan kadını işaret etmişti. İşaret ettiği kadın yaşlıydı ve gözlerinden usul yaşlar süzülüyordu. Konuşmadan, bıçak tutan elinin tersiyle yanaklarını sildi yaşlı kadın.

Şîlan’ın annesi, “Bak bunun oğlu yirmi yıldır zindanda. Yirmi yıl. Gidip göremiyor da. Sen bana biberi, patlıcanı soruyorsun. Biz bunları her yıl yapıyoruz. Adettir bizde. Adettir ama nasıl yiyoruz, boğazımızdan nasıl geçiyor, onu sor. Şîlan’ım en çok biber dolması seviyordu. Şimdi yiyebiliyor mu? Biberi ne zaman elime alsam aklıma bu geliyor, haram oluyor elimdeki biber.”

ELLERİ İSLİYDİ, SİMSİYAHTI

Öfkeyle keder arasında gidip geliyordu sesi. Öteki kadın, yaşlı olan, gözyaşlarını silmiş, “Oğlum ne namussuzluk yaptı ne kabahat etti. Onlar ‘Terör’ desin, bizim başımız dik” dedi. Elindeki işi bırakmamış, bizden yana bakmamıştı. Sesinde gurur vardı ve belki 20 yıldır aynı sözleri tekrarlıyordu oğlunu soranlara.

O konuşunca herkes susmuştu. Sessizlik kısa sürmüş olsa da söyleyecek söz bulamadığım için çok uzun gelmişti bana. Ne konuşabiliyordum ne de gidebiliyordum.

Sessizliği yine yaşlı kadın bozdu: “Önümüzdeki ay mahkemesi var Şîlan’ımızın. İnşallah serbest kalacak.”

Bütün kadınlar bu temenniye “İnşallah” diye karşılık verdi. Kadınlardan biri, ellerini açıp gökyüzüne baktı, “İnşallah bütün hapislerimiz serbest kalır. Onlar da yapacağımız dolmalara yetişirler. İnşallah. İnşallah” dedi ve ellerini yüzüne sürdü. Elleri isliydi, simsiyahtı.

Şîlan’ın annesi, Oyyy xwedê, ma dengê me tenê nagihêje te” (Allah’ım bir tek bizim sesimiz mi ulaşmıyor sana) dedi.

EYLÜL’E AZ KALMIŞTI

Eylül’e az kalmıştı. Diyarbakır bir feci sıcak yazı daha geride bırakmaya hazırlanıyordu. Endişeyle umut arasında gidip gelen Şîlan’ın annesi biberlere ip geçiriyordu. Oğlu yirmi yıldır hapis anne, yirmi yılda tüketemediği gözyaşlarını göstermemeye çalışıyordu. Diğer kadınlar, kim bilir hangi endişeyle ya da acının vücut bulmuş hali kadınlara duydukları saygıdan, sadece susuyorlardı.

Akşam karanlığı çökecekti birazdan ve kadınları yapacak işleri vardı daha. Rüzgar, hızını arada düşürse de, kesintisiz esmeye başlamıştı. Çocuklar neşeliydi. Ateşe yaklaştıkça işittikleri azar neşelerini bozmuyordu. Şîlan, şimdi, şu anda ne yapıyordu?

Vedalaştım kadınlarla. Hayatımın en zor vedasını ilk kez gördüğüm ve muhtemelen bir daha göremeyeceğim kadınlarla yaptım. Boş araziden çıkıp çok katlı binaların arasında gözden kaybolmuştum. Kadınların acılı, gururlu, metanetli bakışlarını sırtımda hissederek.

Şîlan’ın Eylül’de duruşması vardı. Belki bu yüzden “Eylül’de Gel” şarkısını hatırladım. Şarkı güzel ve bekleyen aşık duygusunu iyi tercüme ettiği için hiç eskimeyecek, hep genç kalacak. Ama birden fark ettim, şarkının sadece nakarat bölümünü hatırlıyordum. Dert etmedim. Şîlan bu Eylül’de de gelmeyecekti belki annesine, sokağına, özgürlüğüne. Yirmi yıldır hapis yatan oğul gibi belki o da daha birçok Eylül’ü dört duvar arasında geçirecekti.

Esas dert buydu.

DUVAR