Canlı Bombalar
Yoksa tamamen güçsüzlüğün bir sonucu mu?
11 Eylül'le başlayan ve İstanbul'daki patlamalarla süren korku sonrasında dünya büyük bir bilmeceyle karşı karşıya: Seven, evlenen, hiç zorlanmadan farklı kültürlere uyum sağlayabilen, yabancı okullara gidip en iyi diplomaları alan ve bütün bunların ardından katliam yapıp kendini de öldürebilen bu intihar komandoları ne tür insanlar? Nasıl oluyor da korkularından sıyrılıp bir anda hayatta kalma isteklerini hiçe sayabiliyorlar? "Kendini kurban etmek" fikri, köktendinciliğin, nefretin ve beyin yıkamanın bir ürünü mü? Yoksa tamamen güçsüzlüğün bir sonucu mu?
Dhanu, 21 Mayıs 1991'de Hindistan başbakanı Rajiv Gandhi'ye yaklaştı; gelenekleri uyarınca ayaklarını öpmek için yere eğildi. Gandhi onu ayağa kaldırmak istedi. O anda kızın sağ işaret parmağı, devlet adamını, kendini ve başka 16 insanı paramparça eden bombanın ipini çekti. Suikastı gerçekleştirmeden önce çektirdiği son fotoğrafında, beyaz örtünün altından siyah perçemleri dökülmüş beyaz elbiseli çekingen bir genç kadın görülüyor. Bu elbisenin altına, ceplerinde 80 gram ağırlığında altı tane C4 RDX tipi ağır bomba, patlayıcı madde, ateşleyici ve bir de mikropil bulunan bir kot yelek giymişti. 11 Eylül 2001, saat 8.45... United Airlines şirketine ait bir jet uçağıyla New York'taki Dünya Ticaret Merkezi'nin kuzey kulesine çarpan Muhammed Atta'nın son anlarıyla ilgili elimizde hiçbir bilgi yok; ne bir kelime ne bir jest ne de bir mimik... Bunlar, geçtiğimiz 20 yıl içinde tek bir hedefle, yani kendisiyle birlikte olabildiğince çok insanı ölüme götürmek düşüncesiyle, yaşamlarını feda eden 500'den fazla intihar komandosundan sadece üçü. Bu insanlar arkalarında büyük acılarla birlikte büyük bilinmezlikler de bıraktılar. Bizler böyle bir mantığı kavrayamıyor, ruhsal ve zihinsel sağlığımızı koruyabilmek için, canlı bombaları canavar ya da yozlaşmış karakterler olarak görüyoruz. Saldırganlar, ortalama oyarak 22 yaşlarında, toplumun farklı tabakalarından ve farklı eğitim düzeylerinden gelen, yani her açıdan normal insanlardan oluşuyorlar. Tel Aviv Üniversitesi'nde görevli İsrailli psikolog Ariel Merari, 50'den fazla canlı bombanın sosyal çevresini araştırdı. Araştırmada ne ortak bir karakter yapısı, ne de patolojik bir kimlik özelliği saptayabildi. Bütün bu katillerde en önemli benzerlik, hiç dikkat çekmemeleriydi.
Terörizm uzmanları, suçluların psikolojik özelliklerini analiz ederken, intihar ve katliamın, sapkın nitelikte ortak bir çekirdeğe sahip olduğuna dikkat çekiyorlar. Bu tip saldırılar, ötekilerine oranla daha kolay planlanabiliyor ve son ana kadar denetlenebildiği için de, uygulama bakımından daha "kârlı" ve "garantili sonuç" veriyor. Saldırgan, arkada işe yarar hiçbir iz bırakmıyor, yardım aldığı kişiler hakkında bilgi veremiyor. Her şeyden önemlisi de, lojistik planlamanın en zor bölümünü oluşturan "kaçış" için kaygılanmayı gerektirmiyor. Canlı bombaların çoğunluğunun genç ve hiçbir bağlantısı olmayan insanlardan oluşması, belirli bir sosyal mantık gözetiyor: Ölümleri, yeri doldurulamayan bir boşluk yaratmıyor. İrlanda'da eğitim veren psikolog Maxwell Taylor, terörizmi, diğer meslekler gibi gelir getiren, bir gruba aitlik ve önemli derecede sosyal prestij sağlayan bir "işkolu" olarak görüyor. Ayrıca, intihar saldırısı, suçluyu toplumun nefret duygusundan, dava ve cezalandırma sürecinden de koruyor. Böyle bir kaçış, toplumun kızgınlığını iyice artırıyor ve istenen etki fazlasıyla sağlanıyor. Sahip olduğu bütün bu "avantajlar"a rağmen, intihar saldırılarına tarihte ender rastlanıyor. Daha 12. yüzyılda, "Assasinler" adı verilen Suriye İsmailileri, düşmanları Haçlılar'ı durdurabilmek için yaşamlarını feda etmişlerdi. Bu suikastçıla-rın çoğu, canlı olarak geriye dönemeyeceklerini biliyorlardı. Günümüzde de intihar komandoları var; ancak, planlı intihar ve toplu katliamdan oluşan kombinasyon son 20 yılda görülmeye başladı.
Çoğunluğunu, Gandhi'ye saldırı düzenleyen Dhanu'nun da üye olduğu Sri Lanka'daki Tamil Elam Kurtuluş Kaplanları (LTTE) gerçekleştirdi. Terör uzmanı Rohan Gunaratna, şu sıralarda intihar saldırılarına hazır, yaklaşık 10 grubun bulunduğunu söylüyor: Hizbullah, Hamas, İslami Cihat, Mısır kökenli iki köktendinci örgüt, Cezayir'deki Silahlı İslami Cephe (GIA), Aşırı Sihler, Tamil Elam Kurtuluş Kaplanları (LTTE), PKK ve Usame bin Ladin'e bağlı El Kaide. Amerika'ya yapılan intihar saldırılarının ardından, her yerde yeni canlı bombaların dolaştığı korkusu yaşanıyor. Dinamit, diğer malzemeler, her yere korkuyu yayacak medya yıllardır varken, neden bu planlı intihar saldırıları yeni görülmeye başladı? Bir intihar saldırısının gerçekleştirilebilmesi için, bireysel, ailesel ve her şeyden önemlisi, bazı toplumsal koşulların bir araya gelmesi gerekiyor. Özellikle Ortadoğu kaynaklı saldırıların arkasında, yıkıcı toplumsal deneyimler yatıyor. Birçok Müslüman, 200 yıl önce Napolyon'un Mısır'ı fethetmesiyle başlayan yakın tarihi, kültürlerinin aşağılandığı bir süreç olarak görüyor. Arap dünyası, kendini birden Avrupa ve Amerika'nın üstün teknik, ekonomik ve askeri yapısıyla karşı karşıya bulmuş. Bir dünya imparatorluğu olduğu ve bilginlerinin öncülük ettiği "altın çağ"larını hatırladıkça, bu hastalıklı duygu doruk noktasına ulaşıyor. Arap dünyası, 20. yüzyılda Avrupa'nın siyasi kavramlarını taklit etmeye çalıştı. Orta ve Yakındoğu'da bulunan Arap devletleri, Mısır'ın önderliğinde kurtuluşu önce milliyetçilikte, sonra da sosyalizmde aradı. Ancak "aşağılanmışlık yaraları", 1967'de yapılan Altıgün Savaşı'nın yenilgisiyle yeniden kanamaya başladı. Nobel ödüllü yazar V.S. Naipaul, bütün başarısızlıkların ardından, İslami devletlerin yeniden şeriat yönetimine döndüğünü belirtiyor. Geleneksel yapıya geri dönüş, son on yılda radikal İslami hareketleri artırdı.
Genel aşağılanmışlık duygusunun nasıl intihar saldırılarına dönüşebildiğini bir Müslüman militan şöyle açıklıyor: "Düşmanın sahip olduğu silahlar bizde yok. Bu nedenle, şehitlik mertebesi en meşru yol." Bu açıdan bakıldığında terörizm, güçsüzlüğün bir işareti olarak görülebilir. Çünkü, güçlü olan karşı çıkar ya da savaşır. Uluslararası alanda yaşanan ikinci gelişme ise, soğuk savaşın sona ermesi. O ana kadar, zayıf devletler Sovyetler Birliği ya da Amerika'nın tarafında yer alarak hem güç kazanıyor hem de saygı görüyorlardı. Ancak bu koşullar, tek bir ülkenin büyük güç olmasıyla birlikte yok oldu. Küresel eşitsizlik, insanları bireysel olarak da etkilemeye başladı. Fakirlik, geleceğe ilişkin ümitsizlik, adaletsiz davranış, kişilerin yaşamlarını anlamsız kılan bir baskıya dönüştü. Bu psikososyal olgu, 11 Eylül saldırılarını gerçekleştiren intihar komandolarının ülkeleri Suudi Arabistan, Lübnan ve Mısır'da da yaşanıyor. Bu genç insanlar da, uzun süre, toplu çaresizliğin ve kızgınlığın egemen olduğu bir ortamda yetişmişler. Psikanaliz uzmanları, bu ortamın, benlik kaybına yol açan narsisizm hastalığını beslediğini söylüyorlar. Ancak bu noktada dikkatli davranıp, bütün bir İslam kültürünü patolojik diye nitelendirme hatasına kapılmamalı. Eylem yapmaya eğilimli insanlar yine de sayılı. Bazı insanları hastalıklı ruh yapısına yatkın kılan mekanizmanın ne olduğu henüz bilinmiyor. Ancak aklı karışmış insanlar, yaşadıkları dayanılmaz çaresizlik duygusunu, psikologların tanımıyla "fanatik kişilik" yoğunlaşmasıyla, zaman zaman aşırı tepkilerle açığa vuruyorlar. Başka insanları önemsemeyen bu aşırı saygısız tutumun temelini, alıngan, yaralanmaya elverişli bir ruh yapısı, geçmişten gelen ve narsisist özellikte büyüklük fantezileriyle beslenmiş nefret oluşturu-yor. Fanatik, "ben hâlâ buradayım, ben de bir etkiye sahibim" mesajını verebilmek için, kendini şiddet dolu bir gösteri yapmak zorunda hissediyor. Şiddet konusunda araştırmalar yapan Peter Waldmann, terörizmi, mesaj vermek isteyen bir "iletişim stratejisi" olarak nitelendiriyor. İntihar saldırısında verilen mesaj: "güçsüzlük de bir güce dönüşebilir"...
1968 yılında uluslararası terör örgütleri arasında din kökenli bir oluşum yoktu. Bunlar, ancak 70'li yılların sonuna doğru ortaya çıktılar. 90'lı yılların ortasında, terörist örgütlerin dörtte biri din kökenliydi ve bu grupların çoğalmasıyla birlikte saldırıların şiddeti de arttı. 1995'e gelindiğinde, uluslararası çapta saldırıların yüzde 25'inden, ölümlere yol açan eylemlerin ise yüzde 58'inden dini gruplar sorumluydu: Japon Aum Tarikatı'nın 1995 yılında Tokyo metrosuna yaptığı ve 12 insanın ölümüne, 5.000'den fazla insanın yaralanmasına yol açan zehirli gaz saldırısı, fanatik Hıristiyan Timothy Mc Veigh'in Oklahoma'daki bir resmi binaya düzenlediği ve 168 kişinin ölümüne yol açan bombalı saldırı, Mısır'ın Luksor kentinde 58 turistin öldürülmesi vb... Kendilerini dünya üzerindeki güçlere değil, sadece Tanrı'ya karşı sorumlu hisseden insanlar, ölmekten çekinmiyor, yaptıkları eylemi terör olarak görmüyor ve kurbanlarını seçerken çok fazla ayırım gözetmiyorlar. Mısır kökenli bir terörist örgütün lideri, Yahudiler yerine yanlışlıkla Alman turistleri öldürdükten sonra duygusuzca: "Kâfirlerin hepsi aynı" demişti. İntihar terörizminin altında, ağırlıklı olarak "şehit olma" inancı yatıyor. İran-Irak Savaşı'nda yaşamını kaybeden askerleri onurlandırmak amacıyla, Ayetullah Humeyni'ye bağlı İslam Devrimcileri Tahran'da "Kanlı Çeşme" adı verilen bir anıt diktirmişti. Anıt, şehitlik inancını daha da popüler hale getirdi. Çok katlı Kanlı Çeşme'den 24 saat boyunca kan kırmızıya boyanmış su akıyor. Bu ortamı fırsat bilen Humeyni'nin askerleri, 80'li yılların başında 12-14 yaşındaki çocukları okullardan alıp, Irak'taki Sünni yönetime karşı savaştırdılar. Boyunlarında cennete açılan kapının plastik anahtarını taşıyan çocuklar, gözlerini kırpmadan en ön safta, mayınların ve Iraklı askerlerin makineli tüfeklerinin üstüne yürüdüler. Planlı ilk intihar saldırısını, 1982'de, İran'dan gelen para ve silahlarla savaşan Lübnan'daki "Allah'ın Partisi" Hizbullah gerçekleştirdi. Suikastçılar, toplum önünde devleştirildi, onurlandırıldı ve kahramanlaştırıldı. Bu yolla insanların beynine, Tanrı aşkının ve uğruna ölerek elde edilen şehitlik mertebesinin ne kadar özel bir şey olduğu kazındı. Bu bakış açısının yayılmasına, "kader" inancı da yardımcı oldu: İnsanların ne zaman öleceği önceden belli, ancak nasıl öleceğini kendisi seçmiş oluyor.
Bu akım, İsrail'in 1992'de 400 Hamas militanını Güney Lübnan'a sürmesiyle, Şiîlik mezhebine inanan Hizbullah'tan, Sünni Hamas örgütüne sıçradı. LTTE'nin de Hizbullah'tan etkilendiği düşünülüyor. Sonunda Filistin toplumuna bile bulaştı. Milyonlarca genç insan aynı bunalımlı ortamda yaşarken, neden sadece bazıları intihar komandosu olmaya karar veriyorlar? Canlı bomba haline gelinceye kadar nelerden etkileniyor ve nasıl eğitiliyorlar? 11 Eylül'deki gibi geniş çaplı ve büyük hasar veren bir intihar saldırısı çok daha zor, karmaşık ve uzun bir eğitim süreci gerektiriyor. Hamburg'da yaşayan iki pilot, üniversiteden aylarca, bazen de yıllarca kayboluyor ve bu sırada özel eğitim alıyorlardı. Aşamalı olarak gerçekleşen bu süreçte, "özel bir görev için se-çilmişlik" duygusu iyice güçlendiriliyor. Sonunda en uygun aday, "altrüist (özgeci) intihar" eylemiyle, başkaları adına kendini kurban etme onuruna layık görülüyor. Kişilerin motive olmaları için, narsisist yaraları iyice deşiliyor, varlıklarının tehlike altında olduğu tekrar tekrar vurgulanıyor: "Amerikalılar kültürümüzü ve dinimizi yok etmek istiyorlar" ya da "düşman, kardeşlerimizi öldürüyor". Böylelikle şiddetli bir çatışma potansiyeli yaratılıyor. Düşman iyice şeytanlaştırılıyor, alçaltılıyor ve insan dışı bir varlığa dönüştürülüyor. Tamil intihar komandolarında olduğu gibi, eylemlerinin temelinde dini değil, siyasi nedenlerin bulunduğu yolunda yapılan "yalancı savunma"yla, mantıklı bir tablo çizmeye çalışıyorlar. Ancak yine de inanç, güçlü bir motivasyon kaynağı oluşturuyor. Geleneklerle yetişen dindar insanlar, öteki dünya ile ilgili vaatlere daha kolay inanıyorlar. En büyük ödül onların olacak: hem cennette hem de öldükten sonra yeryüzünde, kahramanlaşarak ölümsüzlüğe ulaşacaklar...
Allah adına savaşmak isteyenler bu örgütlere kaydoluyor. Sıra, başvuranların çeşitli baskılara ne kadar dayanıklı olduklarını ölçmeye geliyor. Genç adayları, biyolojik bakımdan hayatta kalma tepkilerini hedef alan ruhsal işkencelere hazırlayabilmek için, bir dizi yöntem uygulanıyor. Bu yöntemler gizli bilinç kontrolünden, şiddete dayalı tekniklerle beyin yıkamaya kadar uzanıyor. "Fedakârlık arzusu" ve otorite kompleksi, insanın içine iyice kök salıyor. "Kişiliğin iyice zayıflatılması", tarikatlarda ya da intihar komandolarının yetiştirilmesinde büyük rol oynuyor. Zihinsel programlamanın çekirdeğini oluşturuyor. Sinsice ilerleyen bu süreçte, inançlar, duygular, tutumlar ve düşünce motifleri yavaş yavaş değiştiriliyor. Bu arada, gerçekliğin yeni bir versiyonunu kabul ettirebilmek için, kişinin özgeçmişi yeniden yorumlanıyor ve dünya görüşü radikal bir şekilde değiştiriliyor. Bu aşamadan sonra kişiler, her türlü fedakârlığı yapmaya hazır bir araca dönüşüyorlar. Beyin yıkama tekniklerine "düşünmeyi durdurma ritüeli" de dahil. Grup halinde bir araya gelerek toplu yeminler ediliyor, iyi ya da kötü, bazı sözler koro halinde saatlerce ateşli bir şekilde tekrarlanarak bilinç uyutuluyor. Üyeler transa geçinceye kadar kendi kendine dualar okunuyor. Böyle toplantılar sıkça tekrarlanarak düşünme yeteneği iyice bastırılıyor. İlişkilerin ve bilgi akışının sıkıca denetimi, bakış açısını iyice daraltıyor. Kişide en ufak bir tereddüt görüldüğünde, grup, duygusal baskı uyguluyor. Kişinin utanması ve kendini suçlu hissetmesi sağlanıyor. Sonunda kişi, "korkak" damgası yemektense ölümü tercih ediyor. Kişilere, her şeyi sadece siyah-beyaz gören yalancı bir kişilik naklediliyor. Artık onların yaşamındaki her şey, sadece inananlar ve inanmayanlar, insan ve insan olmayanlar, her şey yada hiçbir şeyden ibaret! Sorunları çözebilmenin bir tek yolu var: intihar saldırısıyla düşmanın yok edilmesi! Gerçek ve inanç dünyasında her şeyi iyi ve kötü diye birbirinden ayırabilme yeteneği, intihar saldırısı düzenleyen insanların en belirgin özellikleri. Psikolojinin bu büyüleyici temel özelliği, aslında bir tür savunma yöntemi. Normal bir psikolojik gelişim sürecinde bu özellik, kişilerin çevreye uyumunu ve içinde bulunduğu gruba göre davranışlarını değiştirebilmeyi sağlıyor: Büroda sessiz ve uyumlu, birahanede esprili ve kafa dengi, spor faaliyetlerinde mücadeleci bir insan oluyor. Gizli ajanlar bu özelliği iyi kullanıyor ve onun yardımıyla zorluk çekmeden farklı ortamlarda yaşamlarını sürdürebiliyorlar. Okul öncesi dönemde bu ayrım becerisi, bilinçten bağımsız gelişiyor. Bu dönemde çocuklar, kendilerini kolayca masal dünyasında kaybedebiliyorlar. Fantezi dünyasının etkisine çabuk kapılan, dolayısıyla olaylar ve ortamlar arasında çok daha çabuk ve yoğun bir ayırıma gidebilen insanlar kolay etki altında kalabiliyor; ayrıca, akıl yoluyla denetlenmesi mümkün olmayan deneyimler elde ediyorlar. Farklı kişilikler arasında düzenli olarak gidip gelmeyi sağlayan ayrım yeteneği, iki gerçeklik arasında salınan "sınırda kişilikler"de yoğun görülüyor. İçinde bulunduğu ortamda, ötekini tamamen yok sayabiliyor.
Psikologlar, gizli servislerin ya da ordunun kullandığı acı veren sorgu ya da işkence tekniklerinin "ayrım yapma becerisi"ni çok daha çabuk geliştirdiğini söylüyorlar. Bedensel ve ruhsal aşağılamadan oluşan eğitim süreci, içinde bulundukları grupla tamamen özdeşleşmelerini sağlıyor. Aşağılanmanın en doruk noktasında, kişinin gözlerinin önüne düşman ve çözüm sağlayacak olan öldürme eylemi geliyor. Düşman, 11 Eylül intihar saldırılarını gerçekleştiren üç pilottan biri olan ve Hamburg'da öğrenim gören Muhammed Atta'nın sekiz yıl boyunca gözünün önündeydi. Ayrım yeteneği çok yüksek bir insan olduğu tahmin ediliyor. Ruhunun bir parçası öğreniyor, seviyor ve mutlu oluyordu. Batılı insan portresinin gereklerini tam anlamıyla yerine getiriyordu. Aynı zamanda, işlevsel akılcılık yeteneğini geliştiriyor; ödevlerini en iyi şekilde yerine getiriyor ve çevresiyle uyumlu hareket ediyordu. Atta'nın üniversitede eğitim aldığı profesörü, onun sorumluluk sahibi bir öğrenci olduğunu, eleştirel bir zekâya sahip olduğunu, bilinçli ve kanıta dayalı konuşmalar yaptığını söylüyor. Peki , bu kadar iyi eğitim almış bir insan, bu gerilime yıllarca nasıl dayanabildi? Bu süre içinde Muhammed Atta, çevresindeki insanların gerçekte şeytan olmadığını anlayamadı mı? Babasının söylediği gibi, esprili ve hassas bir ruh yapısına sahip Atta, neden hiçbir şeyle barışamadı? Bilim adamları, asıl kültürler arasında kalan bu yaşamın, genç adamın düşüncelerini daha da güçlendirdiğini, daha yoğun fantezilere sürüklediğini ve liderine bağlılığını artırdığını ileri sürüyorlar. Köktenci tutumların garip karmaşası ile batıdaki teknik ve akılcılığa dayalı kültür, büyük olasılıkla bu ayırım becerisini iyice artırdı. Yani bir tür kültür şoku yaşattı. Atta Almanya'da eğitim görmüştü, ama yabancı olmaya devam etmişti. Nüanslara egemen değildi ve gerekli "kültürel sermaye"ye sahip değildi. Zorluklarla baş etmeyi başarmış, ancak hep bir ya-bancı olarak kalmıştı.
Bu da, daha önceden aşılanmış öldürme planını, mükemmel oluncaya kadar irdeleyen temel deneyimlerle bağlantı kurma isteğini yükseltiyor. Muhammed Atta'nın davranışları, dört yıl önce Mısır'dan Almanya'ya döndüğünde tam bir değişim yaşamıştı. Önce sakal bıraktı, sonra da üniversite yönetiminden Müslüman öğrencilerin ibadet edebileceği bir mescit açılmasını istedi. Kaygılı tavırlar sergilemeye başladı. Kendisi gibi düşünen insanlarla olan diyalogu, Mısır'da aldığı tahmin edilen emri uygulama isteğini yoğunlaştırıyordu. Dar bir çerçeveye sıkıştıran bu tutumları, pragmatik çözümlerin bir sonuç getirmeyeceği ve tek bir seçeneğin olduğu konusunda onu teşvik ediyordu: Eylemi ger-çekleştirmeliydi. Hiç kimsenin dikkatini çekmeyecek bir yaşama sahip bu insan, uzun süre beklediği haberi aldı. Suikastçıyı harekete geçiren, belki sadece bir kod, bir dua ya da bir el temasıydı. Artık çifte yaşamlılığı sona eriyor, konuk olduğu ülkeye u-yum için kullandığı işlevsel kişiliği arka plana atılıyordu. Bir odadan diğerine geçiyor ve aradaki kapıyı sonsuza kadar kapatıyormuş gibi hiç sorun yaşamadan özbenliğine geri dönüyordu. İçine girdiği yeni odayı gayet iyi tanıyordu. Burası onun kendi eviydi. Duvarları dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan yoldaşları tarafından örüldü, harcını dualar, simgeler ve nefret oluşturdu. Taşınırken, yanında sadece teknik malzemeleri birlikte götürdü; çünkü onlara hâlâ ihtiyacı vardı. Düşmanının dünyasında öğrenilenler, neredeyse otomatik olarak uygulanıyordu.
Geriye, ertelenmesi mümkün olmayan bir ödevi kalmıştı. Amerika'ya uçtu; bir daire kiraladı, bir otomobil satın aldı ve pilotluk okuluna kaydoldu. Hiçbir stres, hiçbir olay artık onu durduramazdı. Bunda bir tür hipnozun da etkisi olabilir mi? Modern bilimlere göre hipnoz altındayken, ayırım yapma konusunda en usta kişiler bile kendi öz değerlerine ters bir şey yapmaya yönlendirilemez.
KAYNAK: http://www.focusdergisi.com.tr/kultur/00395/index.php
|