Bütün kadın cinayetlerini unutalım yenisi işleninceye kadar

Kadının mülkiyeti kimin elinde?

Bütün kadın cinayetlerini unutalım yenisi işleninceye kadar

Neo-liberal ekonomilerin sıkıştırdığı erkekler, bütün öfkelerini, hem fiziksel, hem de töresel olarak sindirdikleri kadınlardan, çocuklardan çıkarmıyorlar mı? Hukuk ve yasalar, kadını, çocuğu, aslında insanı, erkeğe karşı koruma altına alma konusunda yetersiz midir, yoksa uygulamada bir isteksizlik, görmezden gelme, dahası erkeksi bir yorum mu vardır?

Emine Bulut cinayetiyle birlikte yine(!) ayaklanan toplumsal bilinç(?), yavaş yavaş sönümleniyor; tıpkı Özgecan’ın ölümünde olduğu, Ceren’in ölümünde olacağı gibi. Siyasetten spora, entelektüellerden sosyal medyaya her kesimden gösterilen tepkilere, kadınların yaptığı onca eyleme rağmen, bu sorunsal neden çözülemiyor da, tam tersine sürekli artan bir eğilime dönüşüyor? Bu konuda yapılan onca yorumun, sosyolojik ve psikolojik çalışmaların, alınan kimi önlemlerin, yapılan protestoların bir sonuca ulaşmaması durumunun üzerinde derinlemesine durmak, düşünmek gerek elbette.

Öncelikle bu cinayetler medyada haber olarak sunulurken, (bilerek ya da bilmeyerek) bireyselleştirilerek, dahası pornografik bir anlatımla yansıtılıyor ne yazık ki. Her haber saatinde, önce 15 dakikalık bir “sıcak gelişme” bölümü olduğunu ve gösterilenlerin çoğunu bizzat seyircilerin çekip gönderdiğini düşünürsek, toplumun izlemekten aldığı pornografik hazzı daha iyi anlarız sanıyorum; bunun nasıl bir toplumsal etik sorununa dönüştüğünü de. Bu cinayetlerin, süren şiddetin bir sorunsal olmaktan çıkarılarak, sanki birkaç canavar ruhlu erkeğin yaptığı, “alçakça” bir şeymiş gibi aktarılması, bireyselleştirilmesi, asıl vahim durumu gözlerden kaçırmaktadır. Bunun sosyo-psikolojik ögeler içeren bir sorunsal olarak bütüncül olduğunu, şiddetin her katmanda egemen olduğunu anlamayan, dahası anlamak istemeyen, toplumsal bir körlükten söz ediyoruz. Bu vahşet, trans ya da eşcinsel bir bireye karşı işlenseydi, çok az bir kesim tarafından dile getirilir, medyada neredeyse hiç yer bulmazdı. Yaşam hakkının kutsallığını unutup, içten içe, su testisi su yolunda kırılır, rahatlığına ulaşıverirdi sessiz çoğunluğumuz. Bu sorunsalın çözümü için, idamın çare olacağı illüzyonunu durmaksızın halka gösteren maşist iktidarın (iktidardan kastım yalnızca siyasal iktidar değildir elbette) ne yaptığını anlamak, bu kadar zor olabilir mi? Yapılan şey yalnızca intikam duygularını, bir tür kısasla tatmin etmektir. Cinayetler devam edecek, öldürülenler öldürülecek, ama devlet üzerine düşeni yapmış olacaktır. Kaldı ki Avrupa Parlamentosu’ndan tamamen kopmak anlamına gelecek bu eylemin dile getirilmesinin samimiyetsiz olduğu da açıktır. İstanbul Sözleşmesi de yapıldı ama hayata geçmiyor, geçemiyor. Çünkü asıl mesele maşizme tutsak tüm iktidar odaklarının bu durumu içselleştirmek yerine, görünüşte bir tepki vererek, zevahiri kurtardıklarını sanmalarıdır.

Toplum olarak Emine Bulut olayını bulunduğumuz noktadan izledik, tepki gösterdik, sonra enformasyon çağının gereği, bir başka noktaya sıçradık. Bu kapkara olgunun nedenleri üzerine, orada bekleyip, derin düşünmedik. Sorunsalın çözümü üzerine bir çaba göstermek yerine, dramatik yönüne odaklandık. Şimdi ilgimiz enforme edilen yeni bir olaydadır. Onu da sosyal medyada yazacağız ve muhalefet duygumuzu tatmin edeceğiz. Byung- Chul Han’ın, Zamanın Kokusunda söylediklerini anımsayalım: “Enformasyon yeni bir paradigma sunar. Tamamen farklı bir zamansallık içerir. Atomlaşmış, yani noktasal zamanın fenomenidir… Atomlaşmış zaman süreksiz zamandır. Bu süreksiz zamanda olayları birbirine bağlayarak bir bağlam, yani bir sürem tesis edecek hiçbir şey yoktur.”

Kadın cinayetlerinin siyasal olduğunu söyleyenler yanılmıyor. (Çocuk ve LGBT cinayetleri de öyledir kuşkusuz. ) Ancak bunu söyleyenlerin, gizli bir hiyerarşi ile, yalnızca bugün iktidarda bulunan kesimi kast ederek, sorunsalı sığlaştırıp, eksik bıraktıklarını da fark etmeliyiz. Bu, istisna sayılabilecek kadar azınlıkta kalan bir kesimin dışında, toplu bir bilinçsizlik halidir. Ali Akay’ın, “Kadın cinayetleri: Kolektif ve ego” başlıklı yazısındaki bütüncül anlatımla, daha iyi kavrayabiliriz bu durumu: “ Neo-liberal ekonomilerin getirdiği dönem içinde bireyselleşmeye başlayan (ekonomik anlamda özgürlük) hayatın her anında, aslında, sürekli bir şekilde temas halinde olduğumuz insanlarla, veya nesnelerle (ev, komşular, araba, para, banka, kredi, borçlanma, patronaj ilişkileri, cinsiyet hiyerarşileri vb.) ilişkilerinde yaşadığımız yüzleşmeler değil midir? Bunlar bizi ne kadar etkilemekte? Hatta büyük etkisi olduğunu düşünmek zorunda değil miyiz? Paranoya Delirum’ları (anlam ve aşırı yorumlamanın algıya ve hayalgücüne, hatta sembolik hezeyanlara yönelmesi) şiddet nöbetleri, kendisine ve karşısındakilere zarar verme çılgınlıkları, bütün bunlar toplumsal alan ile kendi kişisel sorunlarımız arasındaki nöbetleşmeler değil midir?”

Ataerkil toplumların kadına bakışındaki olumsuz, yok sayan tavır bellidir. Ancak asıl ürpertici olan, logosun, yani akılla kavramanın alanında da bu tavrın gölgesini görmektir. Derrida, başta Husserl, Saussure, Lacan’cı psikanaliz ve yapısalcılık (Levi-Strauss) olmak üzere çok değerli eleştiriler yaptığı çalışmalarında, üzerinde durduğu logocentrism (söz merkezcilik) kavramından yaptığı eğretilemeyle phallogocentrism kavramını felsefeye hediye etmiştir. Fallus merkezli düşünme anlamında yorumlanabilecek bu sözcükle Batı aklının temsilcilerinin düşünme biçimindeki arızayı tespit etmiştir. Feminist düşüncenin gelişmesinde bir imkana dönüşen bu yorumun ardından, bu imkanla cinsiyet sorunsalını derinleştiren düşünceleriyle Judith Butler, Cinsiyet Belası adlı kitabında toplumsal cinsiyet kavramını, çok yönlü irdelemiş ve deşifre etmiştir. Görünen o ki bizde de düşünce ve sanat üzerine üretim yapan, akıl yürütenlerin bir çoğu, phallogocentrizm illetinden kurtulamamışlardır. Bunu kullandıkları dilden, kurdukları ‘ama’lı, ‘fakat’lı cümlelerden anlayabiliyoruz. Bu tavra işaret eden Mahmut Temizyürek, “Ağıt, Şiir, Kadın” adını taşıyan kitabında “Kadınlar başkaldırdıkça bilim, şiir, tarih, felsefe vd adına bize öğretilen ne varsa, dehşete kapılmadan edemeyeceğimiz bir duyguyla, yeniden düşünmeye, sorgulamaya başladık. Bu sorgulamada kabullendiğimiz sansürün hepsi yukarıdan değil, kendi içimizde de taşıdığımız görme engeli olağanlaşmış, ya da bilincin en dibine itilmiş olgular olduğu görülüyor.” diyor.

Bugüne neredeyse tümüyle hakim olan milliyetçi, ırkçı ve erkeksi dilin oluşumu, bu cinayetlerin önemli kaynaklarından biridir kuşkusuz. (Kafasına ya da ayağına sıkmak, namusunu temizlemek gündelik dilin rahatlığı içinde, herkesin ağzında değil mi?) Namus, töre, gelenek gibi kavramları iğdiş ederek, kadını giyiminden başlayarak, bulunduğu yer ve saate kadar, her durumun potansiyel suçlusu haline getirerek, erkek tarafının bu kavramlarla yaptığı savunmaları hafifletici sebep sayarak ulaşılan yer, işte bu vahşet alanıdır. Neo-liberal ekonomilerin sıkıştırdığı erkekler, bütün öfkelerini, hem fiziksel, hem de töresel olarak sindirdikleri kadınlardan, çocuklardan çıkarmıyorlar mı? Hukuk ve yasalar, kadını, çocuğu, aslında insanı, erkeğe karşı koruma altına alma konusunda yetersiz midir, yoksa uygulamada bir isteksizlik, görmezden gelme, dahası erkeksi bir yorum mu vardır? Kadının zihnini yok sayarak, onu bedene indirgeyen fallus merkezli düşünce biçimi, kanunların tam olamasa da iş görür olmasına karşın, uygulamalarının bir türlü yerine oturamamasının asıl nedenidir.

Neo-liberal politikaların beslediği cinsiyetçi, ırkçı, erkek faşizmini, eğitimli ya da eğitimsiz, toplumun farklı kesimlerinde görmek mümkün. Namus kavramını cinsiyetçi düzleme indirgeyerek kadının mülkiyetini erkeğe veren zihniyet, buna karşı oluşturulan her düzenlemeyi, ‘aile kavramını yok ediyor’ başlığıyla etkisiz, geçersiz kılmaktadır. Erkeğe hizmet eden kadın anlayışı, gelenek, görenek, din parantezlerinin içine yerleştirilerek servis ediliyor; üstelik bir görev bölümünün parçasıymış gibi. Paylarına düşen görev gereği kadın içeridedir, erkek dışarıda. Kapatmanın (Burada Foucault’yu anımsıyorum ister istemez) sihirli formülü budur. Aslında kapatma kavramı, her şeyden önce zihinsel olarak çalışmaktadır. Bulunması ve bulunmaması gereken yerleri kadın zihnine işleyen eril iktidar, bu zihinsel tutsaklığa mahkum ettiği kadını, kapatma, gözetleme ve kontrol etme üçgeninde tutmaya çalışır. Belirli saatler dışında dışarıda olması, uygun giyinmemesi, yaşam biçimi dahil, suçun önemli payının kadına verildiği bir sistemin kurbanlarıdır kadınlar. Bu durum hiç kuşkusuz bir sınıfsallığın varlığına işaret eder. Genel anlamıyla sınıfsallığın sorunsallaştırılamaz olduğu bir dönemde, kadın kavramının bir sınıf sorunsalı olduğunu anlamak, anlatmak çok zor elbette. Siyasal, ideolojik, kültürel ve dilsel olarak kadın kavramının indirgendiği yer, aynı zamanda kapatıldığı yerdir.

Arkaik bir aklın, iktidar alışkanlıklarını da kullanarak sindirmeye çalıştığı kadınlar, tüm olumsuzluklara rağmen mücadelelerini sürdürüyorlar. Her şeyden önce var olabilmek, bu konuda toplumu bilinçlendirebilmek için, canları pahasına uğraşıyorlar. Ancak henüz hemcinsleri tarafından bile geniş destek buldukları söylenemez. Yaptıkları her eylemin sert karşılık görmesi, alanlarda sayıca az ve yalnız kalmaları, dahası düşmanca bir bakış açısıyla izlenmeleri, durumun zorluğunu açıkça göstermektedir. ‘Kadına el kalkmaz’ sözünün bile, kadının zayıflığına işaret eden erkekçe bir kibirden kaynaklandığını fark etmek gerekiyor. Kendilerini inançlı olarak tarif eden kadınların da bu denklemin içine girmesi için yapılacak girişimlerin önemi büyüktür. Yapılacak çok şey, aşılacak çok engel var kuşkusuz. Bir çözüm kalıbı yok elbette. Öncelikle bunun eril aklın yarattığı sınıfsal bir sorun olduğunu kavramak ve kavratmak gerek sanırım. Sınıfsallığın bir kavram olarak flulaştırıldığı bir dünyada, sınıf bilincine sahip olmanın zorluğu ortada. Kendi sınıfsal bilincini yitirmiş bir toplumun, kadın cinayetlerinin arkasında benzer bir durumun olduğunu kavraması ne kadar olasıdır, o da ayrı bir tartışma konusu. Belki de işe buradan başlamak gerekir. Bu anlamda bir sınıf mücadelesinin yapılması gerektiği bıkmadan, usanmadan hatırlatılmalı, bunun bireysel bir sorun olmadığı, toplumsal zihne, deyim yerindeyse, kazınmalıdır. Yoksa her kadın cinayeti toplumun belleğinden silinir; yenisi işleninceye kadar.

 

Mehmet Kazım  /  DUVAR