Kimse kızmasın, Hasan Cemal 80 yaşını devirdi!

Günaydın oğlum, bugün 80 oldun! Unutma, yaşamak güzel şey...

Kimse kızmasın, Hasan  Cemal 80 yaşını devirdi!

HASO!

Günaydın oğlum, bugün 80 oldun! Unutma, yaşamak güzel şey...

HASAN CEMAL YAZDI...

Haso, demişti annem:

Çok iyi hatırlıyorum o günü.
Kış kıyametti.
Savaş zamanıydı.
Ahmet her akşam gün batarken
pencereleri siyah karbon kağıdıyla
kapatırdı.
Kadıköy'de, Kızıltoprak'taydı evimiz.
Denize, Kalamış'a bakan
bir apartman dairesinde oturuyorduk.
Ablan Berin dokuz yaşındaydı.
Karlı bir geceydi, çok soğuktu.
Sabaha karşı ağrılarım tuttu.
Hastaneye gidecek vasıta yoktu.
Baban kendini dışarı attı,
güç bela bir ebe buldu.
Açık eczane de yoktu.
Ahmet karakola gitti,
polis zoruyla bir eczane açtırtı.
Yerlerde pamuklar leğenler...
Ebe, sert zemin istedi doğum için.
Yatağımız kenara çekildi,
yerine kerevet konuldu.
Haso, oğlum,
sen işte böyle doğdun.
Dört kiloydun,
maşallah topuz gibiydin.
Ahmet,
seni kundakta görünce ağladı.

Sene 1944: Birkaç aylık Hasan Cemal, annesi Ayşe, ablası Berin ve babası Ahmet Cemal

Bunları dinlerken anneliğin
ne kadar farklı olduğunu,
anne sevgisinin ne kadar derine gittiğini,
annemi ne kadar çok sevdiğimi
bir kez daha duyumsamıştım.
Ve içimden anama yine teşekkür ettim,
beni hayata getirdiği için...
Çünkü yaşamak güzel şey...
Filozofun dediği gibi,
esas olan hayattır!

Hayatta ayaklarımın yerden kesildiği,
havalarda uçtuğum zamanlar yaşadım.
Hayallerimin dibe vurduğu
zamanlardan da geçtim.
Denizlerin özgürlüğünü hissettiğim de,
Virginia Woolf'un deyişiyle,
yelkenlerin pat diye suya düştüğü
anlarım da oldu.
Yine Woolf gibi, "umutsuzluk ummanı
beni hiç yutamayacak," diye
haykırdığım günlere de tanık oldum.
Hayatta epeyce derin melonkoli gölüm
hiç eksik olmadı.
Diplerde çok dolaştım.
Sonra yumruğum havada fırladım.
Ben de varım diye,
hayata tutunmaya çalıştım.
Nazım'ın dediği gibi
umutsuz yaşanmıyor.
Bazen hayalle hakikatı karıştırdım,
hayatı hafife aldım.
Dünyayı kolay tarafından,
bir kitap okuyarak
ya da beynimi sloganların
emrine vererek değiştireceğimi sandım.
Fena halde yanıldım.
Hayallerim paramparça oldu.
Yılmadım.
Acıları anlamaya, onlara dokunmaya,
hissetmeye çalışarak yaşamaya koyuldum.
Bunun için haber kovaladım.
Yazı yazdım, kitap yazdım.
İşkence görenlere dokundum.
Hapiste bok yedirilenleri dinledim.
İdamları izledim.
Darbelerin boğucu zamanlarını yaşadım.
Hayatın bizden yana olmayan
zamanlarından çok geçtim.
Melankoli denizinde boğulmaya
ramak kalan darboğazlarım oldu.
Öyle zamanlarda Virginia Woolf gibi,
"insanı çoşkuya sürükleyen tek hayat,
hayal olanı mı," diye çok düşündüm.
Özellikle yaş ilerledikçe,
yalnızlığın hüznünü daha çok yaşadım,
Etrafım tenhalaştıkça,
yaşlı hatıralara sığındım.
Zamanın ne kadar acımasız olduğuna,
ne kadar çabuk geçtiğine
içim sızlayarak tanık oldum.
İç hesaplaşmayı hiç unutmadım.
Kendi yanlışlarımla yüzleştim.
Kendi geçmişime eleştirel baktım.
Kendi kendimle çok uğraştım.
Uğraştım ve yazdım.
Hiç kolay olmadı.

Peki ya Haso,
beklediğin yarınlar
geldi mi?..

Kenarları tirfillenmiş,
sararmış bir gazete kupürü.
Yaşı seksene dayanmış
Mehmet Ali Aybar
kalp krizi geçirmiş, hastanede.
Yanında kızıyla bir fotoğrafı da var.
Gazeteciye diyor ki:

Bağımsız sosyalizmi kurmaya
ömrüm yetmedi.
Sosyalizmi görmeden öleceğim !

Aybar, hayata veda ederken,
"İnsan umutlarıyla ölür" demiş...
Aziz Nesin'i de o tarihlerde kaybetmiştik.
Murat Belge'nin yazısında şu not var:

Sanırım ikisi de dünyaya,
özellikle Türkiye'ye,
umduklarını bulamamış olmanın
acısıyla bakarak aramızdan
ayrıldılar. Bu, Türkiye'de
çok aydının kaderi oldu,
daha da olacak.

Doğan Avcıoğlu kanser!
Midesini ve dalağını aldılar.
1983'ün ocak ayı sonları.
Kalın siyah çerçeveli gözlüklerinin arkasındaki cin bakışlarıyla
yatağında yatıyor.
Ağzının kenarında da o yarım gülücüğü...
Çetin Altan'a göre
Doğan Bey'in o yarım gülücüğü
bir dostluk işaretiydi.
Ama dudağının ucundan
hiç eksik etmediği sigarası artık yoktu.
Başucunda dikilip kaldım.
Bir şey söyleyemedim.
Sevdiğin bir insanı,
bilinmez bir diyara göçün eşiğinde
görmek kolay olmuyor.
O gün bana Nadir Bey'i sormuştu.
12 Eylül askeri yönetiminin
Başyazarım Nadir Nadi'nin
bir başyazısından dolayı
Cumhuriyet'i ikinci kez kapattığı günlerdi.
Anlaşılan, Nadir Bey'in başyazısına iliştirdiği
kısa not Doğan Bey'e dokunmuştu:

Bir süredir gazetede yazılarım çıkmıyor.
Bunun ruhsal ve bedensel çeşitli nedenleri var.
Bir başka neden daha var ki,
onu da bir sözcüğünü değiştirmeksizin
aşağıya koyduğum eski bir yazımı gören okurlarım
kendiliklerinden anlayacaklar ve belki de
"Bu adam dünyaya
boşuna gelmiş!"
diyeceklerdir.
Evet, hazin bir yazgı!
Ne yaparsın ki, hazinliği ölçüsünde gerçek..."

O gün Doğan Bey bana şöyle demişti:

Benim de psikolojim
Nadir Bey gibi...
Başyazısının girişine
koyduğu notta olduğu gibi...
Ben de düşünüyorum,
bu dünyaya boşuna mı geldim
diye...

Bu yılın başları.
Murat Belge'yle adı demokrasi olan
bir konferans izliyoruz.
Demokrasi demokrasi demokrasi...
Yıllardır değişmeyen yılan hikâyemiz.
Murat'la gülüştük.
Onun Mehmet Ali Aybar'la,
Aziz Nesin'le, Çetin Altan'la
ilgili yazılarını,
yarınlarına kavuşamayan
Türk aydınlarının hazin kaderini
konuştuk. Murat şöyle dedi:

Sıra şimdi bize geliyor galiba...

Bizim beklediğimiz yarınlar da
dünde mi kaldı, gelmeyecek mi
Murat, böyle mi göçüp gideceğiz
dedim içimden...

Sosyalizm...
Devrim...
Demokrasi...
Özgürlük...

Ayşem ve kızlarım Elif ve Defne'yle; yaşamak güzel şey…

Yoksa ben de artık yaşlı hatıralarla
baş başa mı yaşayacağım?
İçimden hayır demek geçiyor.
Çünkü, aşağıdaki satırlar bende
hâlâ heyecan fırtınası yaratabiliyor:

Yazarın içinde bulunduğu durum
her zaman başkaldırıdır,
şeytanın avukatı rolüdür...
Toplumda, dün ve bugün olduğu gibi
hayır diyerek, başkaldırarak...
Farklı düşünme hakkımızın tanınmasını talep ederek...
Dogmanın, sansürün ve keyfiliğin, ilerleme ve insan onurunun
ölümcül düşmanları olduklarını göstererek...
Hayatın ne basit bir şey olduğunu,
ne de şemalara oturtulabileceğini,
gerçeğe giden yolun
her zaman dümdüz ve doğru olmadığını,
sıklıkla dolambaçlı ve engebeli
olduğunu söyleyerek...
Dünyanın temel karmaşıklığını
ve çeşitliliğini ve insani olguların
çelişkin biçimde her yöne çekilebilirliğini,
kitaplarımızla bıkıp usanmadan
ortaya koyarak yürümeye
devam etmek zorundayız.
Dün ve bugün olduğu gibi,
eğer yaptığımız işi seversek,
Albay Aureliano Buendia'nın
otuz iki savaşını
vermeyi sürdürmemiz gerekecek...
Bunların hepsinde,
tıpkı onun gibi
bozguna uğrasak da... *

Evet, yola devam...
Ama kendimi yorgun hissediyorum.
Her sabah bilgisayarımı açıyorum,
yanımdan hiç eksik olmayan
not defterime de bir şeyler
çiziktirmeyi seviyorum.
Ama farkındayım,
pil ufak ufak tükeniyor...
Hissediyorum bu acı gerçeği de.
Karışık duygular içindeyim.
Boğaz'ın karşı tarafı kızıllaşmaya başladı.
Gün ağarıyor.
Sis, hava yağmurlu...
Kül rengi bir sabah yine...
Melankoli gölüm derinleşir gibi...
Mahler dinliyorum, iyi geliyor.
Hayatın bizden yana olmayan
zamanlarını yaşamaya devam ediyoruz.
Maalesef öyle.
Dünyanın da, Türkiye'nin de halleri
kötü, kötüye gidiyor.
Kriz ya da krizler
her yanda derinleşmekte...
Her zamanki iyimserliğimi
korumak istesem de,
önümü ne yazık ki göremiyorum.
Karanlık koyulaşıyor.
Berlin Duvarı'nın 1989'un Kasım ayında yıkılışından sonraki zamanları özlüyorum.
Demokrasi ve özgürlük havasının yükseldiği günleri...
Willy Brant, Duvar yıkılırken
şu notu düşmüş:

Artık hiçbir şey
aynı olmayacak! **

Ne yazık ki öyle olmadı.
Her şey yine eskiye dönüyor.
Özellikle Avrupa'da...
Demokrasi karşıtı akımlar...
Milliyetçilik...
İslam düşmanlığı...
Yabancı düşmanlığı...
Irkçılık...
Mussolini selamları...
Hitler selamları...
Sahnede çoğalan zamane diktatörleri...
Bir de Amerika'da Trump kazanırsa...
Ama umutsuz da yaşanmıyor.
Belki de sevgili Ayşem haklı:

Filmin sonu yok!

Evet, beklediğimiz yarınlar gelmedi ama
yine yazdıklarımızla,
kitaplarımızla bazı izler bırakarak gidiyoruz.

Annemin sıcak sesi:

Haso,
oğlum unutma,
bugün 28 Ocak,
doğum günün,
80 oldun.

Sağol Annecim,
iyi ki doğurdun beni,
çünkü yaşamak güzel şey!


* Gabo ve Mario-Marguile Llosa, Doğan Kitap, 2013

**Willy Brandt, My Life in Politics, 1992, s. 467

Hasan Cemal / T24