Osmanlı'da kimse resmen cadı veya büyücü ilan edilmezdi

Cadılık ve büyücülük gibi suçlamalar Avrupa kıtasını kasıp kavururken...

Osmanlı'da kimse resmen cadı veya büyücü ilan edilmezdi

Osmanlı'da kimse resmen cadı veya büyücü ilan edilmezdi; fakat tuhaf hikayeler eksik olmazdı

İslam dininde büyü, tartışmalı bir konu olsa da cadı, hortlak, vampir veya gulyabani gibi hikayeler çoğunlukla köy kahvehanelerinin eğlencelik hikayeler literatürünün bir unsuruydu

Mehmed Mazlum Çelik @mehmedmazlumcel 

Cadılık ve büyücülük gibi suçlamalar Avrupa kıtasını kasıp kavururken Osmanlı hükümranlığının bulunduğu coğrafyada bu tür olayların devlet nezdinde esamisi okunmazdı.

İslam dininde büyü, tartışmalı bir konu olsa da cadı, hortlak, vampir veya gulyabani gibi hikayeler çoğunlukla köy kahvehanelerinin eğlencelik hikayeler literatürünün bir unsuruydu.

Türk halkının görenek ve ananesinde çoğunlukla nazardan çekinilir ve Müslümanlar mütevazı hayatlarında bu hususa ehemmiyet verirdi.
 

nazar b.jpg

Fotoğraf: Pixabay


Buna rağmen sınırlı da olsa bazı gerçeküstü vakaların resmi kayıtlarda geçtiğine şahit oluyoruz.

Bunun yanında başta Balkanlar ve Karadeniz bölgelerinde sözlü geleneğin bir unsuru olan bazı gerçeküstü olaylar, halkın ruh ve mana dünyasında önemli bir yer tutardı. 

Osmanlı kayıtlarında bu denli bir vakanın en mücessem örneği Ebusuud Mehmed Efendi’nin kendisine yöneltilen bazı sorulara verdiği fetva ile karşımıza çıkıyor.

Ebusuud’un kendisine yöneltilen garip sorulara verdiği oldukça tuhaf fetvalar şöyleydi; 

Mesele: Bazı kişiler ölüp gömüldükten sonra, mezarında kefenini yutup(!), uzuvlarına kan gelip bedeni kızıllaşmış olursa, bu şekilde olmasına bir neden var mıdır?

Elcevap: Olmuş ise bu Hak Teala’nın mübarek isteğidir. 'Hayatında yaptıkları işlerde ve ahlakta kendilerine ortak olan şeytani nefislerin bazı cesedine [yani günahkar kişinin cesedine] ilişip ortak işlere alet edinir [Yani bedenini kullanır]' demek vardır. Allah’ın kudretinden beklenmedik değildir.)

Bu Sûrette: Açıklanmış neden üzerine bulunduğu takdirce, sözü geçen ölüye ne olmalıdır/ne yapılmalıdır? 

Elcevap: Yeniden gömmek gerektir, Müslüman adına ise zararı yoktur.

Bu Sûrette: Bazı kişiler mezarından çıkarıp yakmaya şeriata göre kudret sahibi olurlar mı? 

Elcevap: Olmazlar.

Mesele: Rumeli'de, Selanik’e bağlı bir köyde, Hristiyanlardan bir kişi ölüp gömülmesinden birkaç gün geçtikten sonra gece yarısında akrabasının ve diğer insanların kapılarına gelip 'bre filan gel seninle falana gidelim' deyip, ertesi gün o kişi de ölüp ve birkaç günden sonra birine daha seslenip, o kişi dahi ölüp sözün kısası bu biçimde birçok kişi öldüğünde, Müslüman olmayanların böyle kırıldıklarını görüp, Müslüman ahaliden o köyde bulunan bazı kişiler, korkularından firar etmek istemeleri şeriata uygun mudur?

Elcevap: Olmaz, özellikle bu Müslüman olmayan kasaba konusunda görüşmelerinden sonra, Müslümanlara gereken emir işlerin sahiplerine görev olarak verilmelidir. 

Mesele: Adı geçen konuda hikmetin ve illetin de ortadan kaldırılması için çarenin belirtilerini izah etmek ve açık hale getirmek, icab edenin [yapılması gerekenin] sebebi ile bağışlana [söylene].

Elcevap: Bu takım işlerin hikmet ve illetini açıklamada dil aciz ve zihinler kusurludur ve araştırmada ehil olanların uzun uzadıya açıklamalarına uygun değildir. Ortadan kaldırılmasına çare şudur: Olayın olduğu gün mezara gidip önce çıplak bir sopayla [uğurlu sayarak] kalbine ulaşacak şekilde yere çaksınlar, beklenendir ki [hortlak/ölü] defedilsin.

Eğer olmazsa, benzinde kızıllaşma olursa [yani tenine kandan kırmızılaşmışsa] başını kesip ayağının olduğu yere atsınlar. Eğer bozulmayı bırakmışsa [yani ceset çürümemiş ise] başını kesip ölünün ayağının ucuna koysunlar).

Olduğu kadar bu aşamalarla ortadan kaldırılamamışsa, cesedi çıkarıp ateşte yaksınlar. Selef-i sâlihin zamanlarında [yani İslam’ın ilk yüzyılında yaşayan Müslümanların döneminde] ateşte yakmak pek çok kez olmuştur.

(Mehmet Berk Yaltırık - Türk Kültüründe Cadı-Hortlak İnanışı)


Bu fetva, bilhassa Balkan bölgesinde pek çok “vampir saldırısı” ve “cadılık” suçlamasına karşı bir emsal niteliği kabul edilerek zaman zaman farklı vakalarda da kullanılmıştı; fakat bu fetva kadar ilginç bir başka olay daha var ki durumu çok daha farklı bir safhaya taşıyordu.

Devletin resmi yayın organı olan Takvîm-i Vekâyi, hortlayan iki yeniçeriye karşı devletin resmi mücadelesini sütunlarına taşımıştı.
 

kadı örneği.jpg

Görsel: Pinterest


Buna göre Tırnova Kadısı Ahmet Şükrü Efendi, Takvim-i Vakayi’nin resmi sayısında yayımlanan mektubunda günümüz Türkçesi ile şu ilginç ifadeleri kullanıyordu; 

Tırnova'da cadılar türedi. Gün battıktan sonra evlere dadanıp, erzak namına ne varsa; un, yağ, şeker, bal gibi şeyleri birbirine katıp içlerine bazen toprak bile karıştırıyorlar. Evlerin içlerine girerek yüklüklerdeki yorgan, şilte, yastık ve bohçaları didikleyip açıyorlar.

Zaman zaman insanların üzerine taş, toprak, çanak çömlek attıkları halde kimse bir şey görmüyor. Birkaç erkek ve kadının da üstüne saldırdılar. Bunlara sorduğumuzda, 'Sanki üzerimize manda çöktü sandık!' dediler ama bir şey görmemişlerdi. Bu sebeple birçok mahalle sakini evlerini başka yerlere taşımak zorunda kaldılar.

Halk, en sonunda bunun cadı işi olduğuna karar verdi. Civar kasabalardan İslimye'de yaşayan ve cadı çıkartmakla şöhret bulmuş olan Nikola isimli bir Rum, bu işi halletmek üzere kasabaya çağrıldı ve kendisiyle işi halletmesine karşılık 800 kuruşa pazarlık edildi. Nikola, beraberinde getirdiği üzeri resimli bir tahtayla kasaba mezarlığına gitti ve bunu parmağının üzerine yerleştirerek çevirdi.

Resimli tahta hangi mezara dönük durduysa o mezarın cadılı olduğunu gösterdi. Resimli tahtanın dönük kaldığı mezarlar hayattayken şimdi kaldırılmış olan Yeniçeri Ocağı'na mensup iki yeniçeriye, Ali Alemdar ve Abdi Alemdar adındaki iki eşkıyaya aitti. Bunların mezarını açtığımızda karşılaştığımız manzara korkunçtu. Her ikisinin cesedini de yarım misli büyümüş, kılları ve parmaklarıyla tırnaklarını üçer dörder kat uzamış bulduk.

Mezarlar açılırken bekleşen bütün kalabalık bu manzarayı gördü. Bu iki zorba, yeniçeri ocağı kaldırılırken her nasılsa yaşlarının ileri olmasından dolayı cellat eline düşmeyerek ecelleriyle ölmüşlerdi. Sağlıklarında yaptıkları zorbalığın devamı olarak şimdi de kötü ruhları zavallı kasaba halkını rahatsız etmeye başlamıştı.

Cadıcı Nikola'ya göre, bunların sonsuza kadar ortadan kaldırılmaları için karınlarına birer ağaç kazık saplanması ve yüreklerinin kaynar suya atılarak haşlanması gerekiyordu. Mezarlarından çıkarttığımız ölülerin karınlarına söylendiği gibi birer ağaç saplayıp, yüreklerini dahi yerlerinden sökerek kaynar suya atıp haşladılar.

Fakat bunların hiçbirisi kâr etmeyince Nikola bu sefer cesetlerin yakılması gerektiğini söyledi. Şer'an izin verildi ve cesetler hemen oracıkta yakıldı. Böylelikle çok şükür kasabamız cadı belasından kurtulmuş oldu...

(Mektubun orijinal haline Takvim-i Vakayi’nin 69. sayısında ulaşılabilir - 6 Ekim 1833)


Devletin resmi kaynaklarında geçen bu vakalar ve birkaç istisnayı kenara bıraktığımızda halkın sözlü geleneğinde oldukça zengin bir literatür ile karşı karşıya kalıyoruz.

Çoğunlukla eğlence amaçlı anlatılan bu hikayeler gayrimüslim tebaa için ise rutin hayatı etkileyebilecek kadar önemli meseleler halini alabiliyordu.

Bilhassa Romanya bölgesinde Üçüncü Vlad’ın kötü mirası gibi efsaneler, halk arasında huzursuzluk kaynağı olabiliyordu.
 

vlad drakula.jpg

Vlad Drakula / Görsel: Pinterest


Müslüman Türk halkının gerçeküstü olaylara yaklaşımı

Türk halkının İslamiyet öncesine dayanan literatüründe tanrı ile erlik (şeytan) arasında sürüp giden savaşının yansımaları İslamiyet sonrasında da gayb aleminin bir meselesi olarak tazeliğini koruduğuna şahit oluyoruz. 

Buna göre görünmez alemin kötü niyetli varlıkları Müslümanlara ait nesneleri, hayvanları, doğum sonrası kadınları, bilhassa bebekleri ve bebekler üzerinden bireyleri manipüle ettiklerine inanıldığını görüyoruz.

Bu varlıklara cadı, cazı, obur ve acuze gibi isimler verilmişti.
 

cadı.jpg

Görsel: Pinterest


Bu varlıkların saldırılarına karşı bugün dahi kullanılan savunma yöntemlerini Abanoz Küçük, Doğu Karadeniz bölgesinde yaptığı araştırmalarda yerel halktan şöyle naklediyor;

Bölgede, çocuğun, cadının zararlı etkilerinden başka yöntemlere başvurularak da korunmaya çalışıldığı görülmektedir. Bir başka kaynak kişimiz, 'Beşiğin üzerine ağ sarılarak, cıva konularak ve çocuğun bulunduğu odada kırk gün ışık yakılarak bebeğin cadılardan korunabileceğini' (H. Küçük-Kerem Mahallesi/Çarşıbaşı/Trabzon)'

'Eğer bir haneye cadı musallat olmuş ve her doğan çocuğu öldürüyorsa, çocuk başka evde doğurtulur. Loğusa ve bebek kırkı çıkana kadar kendi evine girmez. Çocuğa ilk süt kendi kanından olmayan biri tarafından verilir (S. Ataç-Yenicehisar/Giresun)'

(Kaynak: Abanoz Küçük - Doğu Karadeniz Yöresi Doğum Sonrası İnanış ve Uygulamada Cadı-Obur İnanışı)


Osmanlı’daki gerçeküstü vakaların amacı Türkleri bölgeden sürmek miydi?

Osmanlı tarihini incelediğimizde gerçeküstü vakaların çoğunlukla Rumeli bölgesinde meydana geldiğini görüyoruz.

Bu vakaların sayısının bu denli fazla olmasının sebebi bölgede yaşayan Türkleri bölgeyi terke zorlamak olduğu da farklı bir bakış açısı olarak karşımıza çıkıyor;

Osmanlı'da yaşanan cadı vakalarını, o zamanın siyasî ve sosyal şartları doğrultusunda değerlendirmeye yönelik bir başka fikir de Osman Saygı'dan gelmiştir. I. Dünya Savaşi esnasında Selanik’te yaşanan Hakime adli cadı vakasını esas alan Saygı, çoğunlukla Balkanlar sahasında ortaya çıkan bu hadiselerin, Türkleri Balkanlar’dan uzaklaştırmak için düşmanlar tarafından hazırlanmış birer tuzak olabileceğine işaret etmiştir.

(Zeynep Aybicin - Osmanlı Devletinde Cadılar Üstüne Bir Değerlendirme)


Müslüman gelenekte er-Râzî, İbn-i Sinâ, İbn-i Rüşd gibi önemli bilim insanları inme ve damar tıkanıklığı gibi hastalıklar sebebiyle öldüğü düşünülen kişilerin gömülmeden önce üç gün bekletilmesini tavsiye ederek bu kişilerin tekrar hayata dönmesini tıp biliminin sınırlarında değerlendirmişti.

Bu yorum Müslümanlar arasında hortlak anlayışı yerine hayata dönen kişiye Allah’ın bir lütfu ve ikinci bir şans verildiği inancının hâkim olmasını sağlamıştı.


Osmanlı’da en sevilen cadı hikayeleri Evliya Çelebi’ye aitti

Erzurum’da bir damdan ötekine atlayan kedinin donduğuna şahit olan ünlü seyyahımız Evliya Çelebi’nin obur, hortlak, vampir ve cadı hikayeleri de eserinde bir hayli önemli yer tutar.
 

evliya çelebi.jpg

Evliya Çelebi / Görsel: Pinterest

 

Evliyâ Bulgaristan’da Çalıkkavak köyünde bir 'kefere' hanesinde konakladığı geceyi anlatır. Bir odada ateş kenarında otururken içeri çirkin yüzlü yaşlı bir kadın öfkeyle girer ve kendi lehçesinde küfürler savurur.

Evliyâ ilk önce, dışarıda bulunan hizmetlilerinin yaşlı kadını kızdırmış olabileceğinden şüphelense de, onların bir şeyden haberleri olmadığını anlar. Daha sonra bu yaşlı kadının yanına kızlı oğlanlı yedi çocuk gelir ve hep beraber Bulgarca konuşurlar. Evliyâ 'garîb temâşâdır' diyerek onları seyre koyulur.

Gece yarısı olunca çıkan patırtılar Evliyâ’yı uykusundan uyandırır. Evliyâ, yaşlı kadının kapıyı açıp ocaktan bir avuç kül aldığını ve fercine sürdüğünü görür. Elinde kalan küle efsun okuduktan sonra, ocak başında çıplak yatan yedi çocuğun üzerine külü saçar.

Yedi çocuk, iri piliçlere dönüşür ve 'civ civ' demeye başlar. Yaşlı kadın kendi başına da kül sürer ve büyük bir tavuğa dönüşüp 'gurk gurk' diyerek kapıdan çıkar. Yedi piliç de onu takip ederek kapıdan çıkınca Evliyâ, 'Bre oğlan!' diye can havliyle bağırır.

Bu feryat üzerine Evliyâ’nın köleleri uykularından uyanıp gelir ve Evliyâ’nın burnundan kan boşandığını görürler. Evliyâ onlardan dışarı çıkıp neler olduğunu görmelerini ister. Cadı tavuk ve piliçleri, atlar arasında gezinmekte, atlar da birbirlerini helâk etmektedir.

Köydeki kefereler gelip atları bağlarlar. Cadı tavuklar bir tarafa gider. Evliyâ’nın kölesinin anlattığı üzere; bir kefere zekerini çıkarıp tavukların üzerine işer, sekiz tavuk yine insana dönüşür.

Kefere, yaşlı kadını ve çocukları döve döve kiliseye götürür ve papaz yaşlı kadını okuyarak 'afaroz-ı mandolos eyle[r]'. Müezzin Mehemmed Efendi’nin ve mataracıbaşının hizmetlileri de tavukların tekrar insana dönüştüğünü görmüştür.

Evliyâ, ertesi sabah diğer hizmetlileri de çağırıp sorduğunda, gerçekten de tavukların tekrar insan olduğunu gördüklerini öğrenir. Hizmetliler eğer isterse onların üzerine işeyen kefereyi getirebileceklerini söyler, Evliyâ kabul eder.

Gelen kişinin cevabı şu şekildedir: 'Sultânım, ol karı başka soydur. Kış giceleri yılda bir kerre eyle kara koncoloz olurdu. Ammâ bu yıl tavuk oldu. Kimseye zararı yokdur'.

Evliyâ bu olayda aklının başından gideyazdığını belirtir ve 'Çalıkkavak balkanı mel‘ûnunun her hâl i ahvâl i pür-melâli böyledir. Hudâ hıfz ide' diyerek anlatıyı noktalar.


(Evliya Çelebi Seyahatname’inde Cadı, Obur ve Büyücü Anlatıları ve Kurgudaki İşlevleri – Elif Öztürk Bitik)


Evliya Çelebi, Seyahatname’de oburların gökyüzündeki savaşına kendi gözleri ile şahit olduğunu da iddia edecek kadar olayları ileri bir boyuta taşır; fakat hortlak iddiaları 2005 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde tartışılacak kadar absürt bir hal de aldığını düşününce bu konuların gereğinden fazla abartılmasının Evliya Çelebi’ye has olmadığını görüyoruz.


TBMM’de hayalet iddiaları

Bülent Arınç’ın Meclis Başkanlığı yaptığı dönemde Hürriyet gazetesi yazarı Nuray Mert’in “Meclis’te hayalet iddiaları” haberi kayıtlara garip bir iddianın daha girmesine sebep olmuştu.

Nuray Mert haberinde şu ifadeleri kullanıyordu; 

TBMM, bayram tatili öncesinde milletvekillerinin seçim bölgelerine gitmeleriyle birlikte ‘hayalet şehre’ dönüştü... Ancak bu haber, ‘kimsesiz ve sessiz bir Meclis’i’ anlatmıyor. Geçen hafta TBMM Genel Kurulu’nun gece 02.00’lere kadar süren mesaisi sıralarında ‘görülen’ hayaletin hikayesi kulaktan kulağa dolaşıyor.

Günlerden 25 Ekim Salı. Saatlerden 24.00. Basın mensuplarının bulunduğu koridorda bir yıla yakın bir süredir sigara içilmiyor. Basın mensuplarına, ikinci katta, Genel Kurul salonun hemen arkasında, geniş bir koridor-oda tahsis edildi. Gece nöbet tutan basın mensupları, sigara içmek için buraya çıkmak zorunda.

O saatlerde, karanlık loş bir merdiven boşluğundan yukarı çıkılarak ulaşılan sigara odasının ışıkları da yanmıyor. Sigara bölümüne gece saatlerinde, pencerelerinden gelen bahçe ışıklarının dağıtamadığı ürkütücü ve karanlık bir hava hakim. 

CAMDAN GEÇİYOR

Bir gazeteci ağabey, sigara içmek için yukarı çıktığında Genel Kurul’un kullanılmayan kapısından bir ‘hayalet’ çıkıyor, koridoru süzülerek katedip, geniş camlardan geçerek kayboluyor(!) Orada biri olduğundan emin olan gazeteci, ‘o kişinin’ camdan düştüğünü düşünerek, hemen oraya yöneliyor, kimse yok. Etrafı arıyor, sesleniyor, ses yok. Tüm kapıları yokluyor, kapılar kilitli. Tek bir ihtimal kalıyor, o da gördüğünün bir hayalet olduğu... 

ACABA KİM?

Bu hikâye, 5 günden beri basın koridorunun esprili konusunu oluşturuyor. Basın mensupları, ‘hayaletin kim olabileceği konusunda’ fikir üretiyorlar. TBMM’de bir cinayeti araştırma komisyonu kurulmasına neden olan eski Milletvekili Erol Güngör’ün oğlu Mustafa Güngör’ün hayaleti olabileceği... TBMM Başkanvekili rahmetli Yılmaz Hocaoğlu’nun gezdiği... Kulislerde ünlü ‘Opera’daki Hayalet (Phantom of the Opera)’ filmini aratmayan hikayeler uçuşuyor. Ama kesin olan tek şey var ki o da artık birçok haberci, mesleki bir refleksle ikinci kata yalnız başına sigara içmeye çıkamıyor. Mesleki refleks ise iki sözcükten ibaret: Ya doğruysa...

(Nuray Mert- Hürriyet 2005)


Bildiğimiz fiziki boyutun ötesinde farklı varlıkların olup olmadığı tamamen bir inanç meselesiyse de bu konular edebi literatürün sınırlarında kaldığı sürece keyifli olmaktadır.

Ne yazık ki bugün hala Anadolu’da define arama maceraları başta olmak üzere insanların bu türden vakalar sebebiyle birçok psikolojik yaşadığı veya sahtekârların eline düştüğü bilinmektedir.

Gerçeküstü vakalar insanın rutinini etkileyecek bir vesveseye dönüşmesindense insanın kendisini Felek ve Nas gibi surelerin mana dünyasındaki lezzete bırakması daha hayırlı olacaktır;

De ki: Ben, ağaran sabahın Rabbine sığınırım, yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfleyen büyücülerin şerrinden ve haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden.

 

De ki: Sığınırım ben insanların Rabbine, insanların hükümdarına, insanların İlahına, O sinsi vesvesecinin şerrinden. O ki, insanların göğüslerine vesveseler fısıldar. Gerek cinlerden gerek insanlardan.

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

 

The Independentturkish