Sami Selçuk: Yargıçların ülkeyi kurtarma görevleri yok

BATI’DAN YASALARI ALMADAN ÖNCE HUKUKU ALMALIYDIK

Sami Selçuk: Yargıçların ülkeyi kurtarma görevleri yok

İrfan Aktan

İrfan Aktan

iaktan@gazeteduvar.com.tr

Sami Selçuk: Yargıçların ülkeyi kurtarma görevleri yok

Yargıtay eski başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk’a göre siyasal iktidarın yargı kararları konusunda beyanat vermesiyle beraber hukuktan bahsetmek gülünç, hatta saçmalık. Türkiye’nin Batı’dan kanun alırken hukuku almadığını söyleyen Selçuk, dünyada en fazla adli hatanın Türkiye’de yapıldığını söylüyor. Selçuk’a göre yargıç, iktidara, basına, kamuoyuna, diğer yargıçlara ve hatta kendisine karşı bağımsız olmadığı sürece adaletin tesis edilmesi mümkün değil.

İnsanlık bir virüsle savaşırken, kendi içinde de adalet ve eşitlik savaşını sürdürüyor. Bu savaşın en çetin geçtiği ülkelerden biri de Türkiye. İktidarın yargı erkini de kontrol altına almasıyla birlikte adaletin terazisi tartışmasız bir biçimde siyasal iktidarın lehine çalışıyor. Başta Fransa olmak üzere şimdilerde görece demokratik pek çok ülke, çetin mücadeleler sonucunda, yine görece bağımsız bir yargı sistemi inşa edebildiler. Türkiye gibi ülkeler ise o sistemlerin bir tür “fotokopisini” çekerek uygulama yoluna giderken, adaletin terazisinin devlet ve iktidarlar lehine çalışması için başından itibaren “uyanık” davrandılar.

Peki biz buraya nereden geldik, nasıl çıkabiliriz? Türkiye’deki yargı sisteminin neredeyse yarım asırlık serencamının doğrudan tanığı ve aktörü olan Yargıtay eski başkanı ve halen Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Sami Selçuk’a bağlanıyoruz…

Yargıtay eski başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk

Yerel veya yüksek yargının siyasi iktidar tarafından bir sopa olarak kullanıldığı, yargının iktidarın direktiflerine göre hareket ettiği açık. Dahası, iktidarın kendisi de bunu inkâr etme yoluna gitmiyor. Yargı erkinin yasama, yürütme erklerinin boyunduruğu altına alındığı rejimlerin, yahut toplumların geleceği hakkında nasıl bir öngörüde bulunulabilir?

Türkiye, Batı hukukunu aldığını sanıyor. Bu doğru değil. Bunun nedenlerini Kendini Tüketen Hukukun Dramı, Bir Doğululaşma Serüveni adlı yapıtımda yeterince açıklamıştım. Aslında Türkiye Batı’dan hukuku değil, Batı hukukunun meyvesi olan yasaları aldı. Hukukun kökü ve gövdesi Batı’da kaldı. Dolayısıyla hukukun gövdesi ve kökleri doğrultusunda görüşler geliştiremedik. Hukuk, biçim değil, içeriği ve ilkeleri zengin bir bilim dalı. Hukukun binlerce beyinden yüzyıllarca süzülüp gelen kavramları bizde iyi anlaşılamamıştır. Dolayısıyla yasaları almışız, ama hukuk orada kalmış. Bu yüzden 1980 yılında, dünyanın en büyük cezacılarından “Yeni Toplamsal Okul”un kurucusu Marc Ancel, 765 sayılı Eski Türk Ceza Yasası’nın uygulanmasıyla, dolayısıyla alıntı yasaların başarısızlığıyla ilgili olarak şu tanıda bulunmuştu: “İtalyan Ceza Yasası, Türk uygulamasında büyük ölçekte yozlaştırılmıştır”.

BATI’DAN YASALARI ALMADAN ÖNCE HUKUKU ALMALIYDIK

Peki, ne yapmalıydık?

Batı’dan yasaları almadan önce hukuku almalı ve hukukun kavramlarını ve ilkelerini içselleştirmeli, bilinçlenmeliydik.

Ne demek bu?

1858 yılında Fransız Ceza Yasası’nı almıştık. Ama kavramları Türkçeleştirmede, özümsemede başarısız olduk. Yine Cumhuriyet’ten sonra 19. yüzyılda yapılan yasalar arasında en başarılı yasaları, Ceza Yasası’nı İtalya’dan ve Suç Yargılama Yasası’nı Almanya’dan aldık. Seçim doğruydu, ama uygulama başarısız oldu. Dolayısıyla Marc Ancel’in tanısı, kesinlikle doğrudur. Eğer Türkiye, yasaları almadan önce hukuku alsaydı ve o hukukla ilgili hukukçuları yetiştirseydi başımıza bunlar gelmezdi ve sonuç böyle olmazdı. Atatürk, aslında doğru düşünmüştü. Nitekim 1925’te Ankara Hukuk Mektebini açarken, yeni hukuku öğrenerek uygulayacak öğrencilerden söz eder. Ancak bu uygulamaya yansımadı. Osmanlı’nın yaptığı gibi yasaları aldık, ama hukuku almadık. Oysa bizden sonra Batılılaşmaya yönelen Japonya, Meiji döneminde (1868-1912 yılları) yalnızca yasaları değil, yasalardan önce hukuku aldı.

Japonya bunu nasıl yaptı?

Fransız Medeni Yasası’nı almadan önce dönemin Boissonade, Bousquet gibi en seçkin Fransız hocalarını ülkelerine çağırdılar. Önce yasaları uygulayacak olan geleceğin hukukçularını yetiştirdiler. Uzun süre Batı hukuku öğrenimini yaptıktan sonra Fransız Medeni Yasası’nı Japoncaya çevirttiler ve yürürlüğe soktular. Kimi hukuk kavramlarını olduğu gibi aldılar. Dahası, alfabelerinde kimi kavramları yazıya dökecek harf yoktu. Alfabeye yeni harfler eklediler. Hukukçular, uygulamaya geçtikleri zaman artık kavramları, ilkeleri ve kurumları özümsemiş, içselleştirmişlerdi. Hiç güçlük çekmediler. Batı hukuku, Batı’daki gibi yerleşti. Bugün Japonya çok ileri ve yerleşmiş bir hukuk düzenini yakalamıştır. Hukuk devrimi böyle yapılır, yani kökleriyle birlikte. Biz ise, bırakınız devrimi, hukuk alanında iyileştirmeyi bile henüz başaramadık.

Hukukun uygulanması konusunda kavramların, ilkelerin önemi nedir?

Hukuk kavramları, ilkeleri, binlerce yıldan bu yana, binlerce beyinden süzülüp gelmiş. Bunların bilincine varmazsanız, sonuç hüsrandır. Bunları özümsememişseniz, ne iyi yasa yapabilirsiniz ne de hukuku iyi uygulayabilirsiniz. O yasaları ana dilinizle bile iyi kotaramazsınız. Sözgelimi, Yeni Türk Medeni Yasası’nın dili çok parlak. Buna karşılık Türk Ceza Yasası, hem kavramlar hem de cümle kuruluşları açısından yanlışlıklarla doludur. Unutulmamalıdır ki, hukuku her şeyden önce diline göre yorumlayacak ve uygulayacaksınız.

Bunu biraz somutlaştırabilir misiniz?

Ceza Yasası’ndan hem terimi, hem de cümlesi bozuk basit bir örnek vereyim. Yasaların tümünde, çoğu hocaların kitaplarında “kasıt” sözcüğü “kast” olarak yazılmış ve öğrenciye böyle öğretilmiştir. Oysa kast, Hindistan’daki olaydır. Bu bir. İkinci olarak da Yasa’nın maddesi ve kastın tanımını okuyalım: “Kast, suçun kanuni tanımındaki unsurların bilerek ve istenerek gerçekleştirilmesidir.” Oysa doğru tanım şöyle olmalıydı: “Kasıt, suçun kanuni tanımındaki unsurların bilinerek ve istenerek gerçekleştirilmesidir” ya da “Kast, suçun kanuni tanımındaki unsurları bilerek ve isteyerek gerçekleştirmektir”. Görüyorsunuz hem kavram hem de cümle bozuk. Yasalar yapılırken kimi ülkelerde görüldüğü üzere, en az bir dilbilimcinin hazır olması gerekir. Bunlara uymazsanız “kasıt” kavramını Hindistan’daki “kast” ile karıştırırsınız.

DÜNYANIN HER YERİNDE DURUŞMA TEK OTURUMDA BİTER

Yani hiyerarşiye dayalı toplumsal tabakalaşma sistemi…

Evet, evet. Oysa kullanılması gereken kavram “kasıt”tır. Aslında bunun Türkçesi var: “Yönelim”. Bir kez daha söylüyorum, hukuk kavramlar dilidir ve kavramın hem içeriğini, hem de sınırlarını bilmek gerek. Ben, sık sık duruşma kavramına vurgu yaparım. Bakın, Afrika’da, Ortadoğu’da, hemen hemen dünyanın bütün ülkelerinde duruşma, kolay kolay ikinci oturuma kalmaz; tek oturumda biter. Doğrusu budur. Sözgelimi, ceza yargılaması, soruşturma ve kovuşturma olmak üzere iki evreye ayrılır. Kovuşturma evresinin en önemli aşaması duruşmadır. Duruşma, rastgele bir terim değildir. İlkeleri içeren içeriği zengin çok önemli bir kavramdır. Taşrada görev yaptığım sırada asliye ceza davalarını tek oturumda bitiriyorduk. Başarılı kararlar da verdik. Oysa Türkiye’de yaygın biçimde, herhangi bir bahaneyle, sürekli olarak oturumlar erteleniyor. Ben, 1960’larda il çapında bir ilçeden başka yere atandığımda oradan sıfır dava dosyasıyla ayrıldım. 2001 yılında aynı ilçeye bir konuşma yapmak üzere gittiğimde, “asliye ceza mahkemesinde kaç dava dosyası var?” diye sorduğumda 893 dediler ve kadın yargıcın çok çalışkan, bu yüzden sayının az olduğunu söylediler. “Ben buradan sıfır dosya ile ayrılmıştım” deyince elbette çok şaşırdılar. Türkçenin en güzel sözcüklerinden biri “duruşma”dır; anlamı derin bir terimdir. Ancak ülkemizde çoğu hukukçu, ne yazık ki, bu sözcüğün içeriğini algılayamamıştır. Hani halk ozanları karşılıklı atışırlar, diyalektik kurarlar ya, ona da “duruşma” denir. Türk Dil Kurumu’nun “taraflarla yüzleşme/karşılaşma” anlamına gelen “murafaa” karşılığı önerdiği olağanüstü anlamlı bir sözcük ve hukuk kavramı. Çünkü duruşma sözcüğü, duruşmanın olmazsa olmaz ilkelerini kucaklayan sıra dışı çok önemli bir kavram.

“Atışma” sözcüğüne de yakın aslında…

Evet, “atışma”, yani diyalektik, çelişme. Siz Türk duruşma uygulamasında başarılı bir diyalektik gördünüz mü?

Görmedik mi?

Göremezsiniz. Keşke biz de Batılılar gibi bu aşamanın adına “duruşma” değil de “tartışma” deseymişiz. Belki daha iyi olurdu.

TARTIŞMA BİR ÜSTÜNLÜK YARIŞMASI DEĞİL, İMECE ÇALIŞMASIDIR

Bu neyi değiştirirdi?

Türkçedeki “tartışma” sözcüğünün karşılığı olan Batı dillerindeki sözcükler aynı zamanda “dövüşme”, “çatışma” anlamlarına da gelir. Oysa “tartışma” sözcüğünün Türkçede çatışma gibi bir anlamı yoktur. Tam tersine, “tartışma” dilimizde doğruyu bulmak için tartışmaya katılanların imece bir çalışmasını yansıtır; dilbilgisi açısından işteş bir fiil türüdür. Benim düşüncemi siz tartacaksınız, sizin düşüncenizi ben tartacağım ve bir sonuca ulaşacağız. Dolayısıyla tartışma bir üstünlük yarışması değil, bir imece çalışmasıdır. Türkiye’de böyle bir kültür gelişmemiş; tam tersine tartışma çatışma, üstünlük yarışı olarak anlaşılmaktadır. Tartışma katılanların tek amacı birlikte doğruyu bulmaktır. Karşıdakini mat etmek için tartışma yapılmaz. Böyle yaparsanız ilkelleşirsiniz. Ama ne yazık ki, biz tartışmayı doğruyu bulmak için bir çaba olarak görmüyor, karşı görüştekini güç duruma sokmak için bir fırsat olarak görüyoruz.

Geçtiğimiz gün, fikir açıklama hürriyetini kullandığı için yargılanan bir arkadaş, duruşma boyunca yargıcın sürekli duruşuna, hâl ve hareketlerine taktığını, “kollarını bağlama, elini indir” gibi tepkiler gösterdiğini aktarıyordu…

Bunun yargıçlıkla hiçbir ilgisi yoktur. Yargıç, duruşmada insanı özgür ve rahat bırakmak zorundadır. Yargıç olarak hiç kimseye manevi baskı yapamazsınız. Bu tutumun yargıçlık etiğiyle, ahlakıyla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Uygulamada oturumlar hukuksal “gerekçe”lerle değil, çeşitli “bahane”lerle sürekli erteleniyor. Bu asla kabul edilemez. Yargıçlığı böyle anlayıp yapanların aldığı maaş bile kanımca helâl değildir. Duruşma, diyalektiğe, çelişmeye dayanır. Diyalektik de doğrudan ilişkiler kurularak, yüz yüze gelinerek, sözlü sesli, kavramın tam anlamıyla her şey tartışılarak kurulur. Kanıtlarla doğrudan ilişki kurmayan, yüz yüze gelmeyen bir yargıç, dünyanın hiçbir ülkesinde karar veremez. Yargıcın bir engeli çıktığında duruşma baştan yapılmasın diye duruşmada hazır bulunan bir “yedek yargıç” kurumu getirilmiştir. Kanıtlarla doğrudan ilişki kurmamış, yüz yüze gelmemiş bir yargıç kanıtları nasıl değerlendirebilir? Yargıç, tanığı, bilirkişiyi görmemişse, yüksek sesle dinlememişse, yüzünün kızarıp kızarmadığına, kekeleyip kekelemediğine tanık olmamışsa onun doğru söyleyip söylemediğini, inandırıcı olup olmadığını nasıl takdir edecek?

.

DÜNYADA EN ÇOK ADLİ HATANIN YAŞANDIĞI ÜLKE TÜRKİYEDİR

Peki bu usul, kanun tarafından belirlenmemiş mi?

Ceza Yargılaması Yasası 217. maddesi, “duruşmadan edindiğin izlenimlere göre karar vereceksin” diye buyuruyor. Bütün ülkelerde yargıç değiştiği zaman duruşma sıfırdan, yeniden başlar. Petersburg’a gittiğim zaman oradaki istinaf mahkemesi başkanıyla görüşürken kendisine “Yargıç değiştiği zaman ne yapıyorsunuz?” diye sordum. “Yeni bir yargıçla yeniden duruşma yapılarak karar verilir” demişti. “Peki, yaşandı mı böyle bir durum?” diye sorduğumda yanıtı şu oldu: “Evet, bir hukuk mahkemesinde oldu. Duruşmayı yapıp bitiren yargıç, üç ayrı davanın duruşmasını yapıp kararını vermişti. Ama kararlarını yazamadan ölmüştü. Yeni bir yargıç, yeniden duruşmaları yaptı ve karar verdi” dedi. Dünyanın her yanında bu böyledir. Rusya’da da, Togo’da da, Irak’ta da böyledir. Ama Türkiye’de böyle değildir. Çünkü Türkiye’de dosya ve özellikle duruşma tutanakları okunarak karar verilir. Diyalektik ve duruşma sıfırlanmıştır. Bu yüzden de dünyada en çok adli hatanın yaşandığı ülke, kanımca ne yazık ki, Türkiye’dir.

Bu sadece bir “hata” mı, yoksa ideolojik bir tutumun sonucu mu?

Bunun ideolojiyle değil, duruşma kavramını bilmemekle ilgisi var. Türkiye duruşma kavramını, birçok kavram gibi işin başında yanlış anlamıştır ve yerleşmiş yanlışları da düzeltemiyor. Adalet Bakanlığı’nda toplanıyorlar, duruşma kavramını doğru anlayıp kavrayacak ve uygulayacak yerde sözgelimi, “Efendim ağır ceza 455 günde bitecek” diyorlar. Gülünç. Böyle bir saçmalık olur mu? Demek, bu konuya eğilenler de yargılamanın ve duruşmanın ne olduğunu bilmiyorlar. Siz önce yargıçlara duruşma ve yargılama nedir, onu öğretin. Türkiye bu ve benzeri birçok kavram ve kurumun ayrımında olmadığı sürece adli yanılgılar kaçınılmaz olacaktır. Halkımızın da bu konuda bilinçlendirilmesi gerek.

TARTIŞMA KÜLTÜRÜ OLMAYANLAR YALNIZCA DALAŞMAYI BİLİR

Nasıl?

Halkımız da bu yanlışlıkları doğru sanıyor ve ses çıkarmıyor. Size halkımızın savcılık, yargıçlık kavramlarını nasıl anladığına ilişkin bir örnek vereyim. Küçük bir ilçeden Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı yardımcılığına atandığımda evimizin karşısında oturan, hukukçu olmayan komşum bana yeni görevimde sadece taşra mahkemelerinden verilen karar dosyalarını inceleyeceğimi, artık insanların ifadesini almayacağımı söyleyince, “Tam size göre bir iş” demişti. Nedenini sorduğum zaman verdiği yanıtı hiç unutmadım: “Sizinki de savcılık mı savcı bey? Sizden önce burada bir savcı vardı. Hiç karakoldan çıkmaz, akşama değin insanları döverdi. Savcı dediğin böyle olmalı”. Çok şaşırmadım. Çünkü işkenceyle ifade alınmasına ne zaman karşı çıkmışsam, çoğu zaman böylesi düşüncelerle yalnızca sade yurttaşlar değil, devlet katında görev yapanlardan da karşı çıkanlar olmuştur. Ancak bırakınız sade insanımızı, gazete yazarları, hukukçular bile hukukla ilgili kimi kavramları ve ilkeleri yanlış yansıtıyor. Size basında, hatta hukukçuların katıldıkları toplantılarda sık sık yapılan yanlışlardan bir örnek vereyim. Bildiğiniz üzere Yassıada mahkemesi, dolayısıyla yargılamaları doğal yargıç ilkesine kesinlikle aykırıdır. Verilen ölüm cezası kararları ve bunların yerine getirilmeleri tasarlanmış bir cinayettir. Ayrıca Başkan Başol’un yargılama biçimi de elbette tartışılabilir, tartışmalıdır da. Sözgelimi, gereksiz sorular sormasını ben de eleştirmekteyim. Ancak Başol’un yargılamanın temel ilkelerinden birini dile getirmesi, kınanası değil, tam tersine övülesi bir tutumdur. Bir başka deyişle Başol’un “Sizi buraya getiren güç böyle istiyor” sözünü eleştirmek tam bir bilgisizlik ürünüdür. Bu sözler, Başkan Salim Başol tarafından Merhum Başbakan Menderes’e karşı değil, Samet Ağaoğlu’na karşı söylenmiştir.

Peki, hangi nedenle?

Olay şudur: “CHP Mallarının Yasayla Hazineye Aktarılması Davası”nın duruşması sırasında sanıklardan Manisa Milletvekili merhum Samet Ağaoğlu, Divan Başkanı merhum Salim Başol’a söz konusu Yasa’ya olumlu oy verenlerin hepsinin değil de niçin sadece 36 milletvekilinin yargılandığını, özellikle o dönemde Yasa’yı hükümet adına savunan sözcü merhum Fethi Çelikbaş’ın niçin sanıklar arasında bulunmadığını sorunca merhum Başol, “Sizi alıp Yassıada’ya tıkan kudret böyle istemiş, onu biz bilemeyiz. Divan, huzuruna getirilen davaya bakar” diye yanıt vermiştir.Bu yanıtta “Sizi buraya getiren güç böyle istiyor”, yani ”sizin mahkûm edilmenizi istiyor” anlamına gelen bir söz yok ortada. Tam tersine Merhum Başol, Roma hukukundan bu yana ceza yargılamasında benimsenen tarihsel, temel ve küresel bir ilkeyi dile getiriyor. O da şudur: “Davasız yargılama olmaz” ya da “yargıç, dava açılmadan yargılama yapamaz” yahut da “yargıç kendiliğinden olaya/davaya el koyamaz” (ne procedat index ex officio).” Ancak gelin görün ki, sadece sokaktaki insanımız değil, hukuk çıkışlı insanlarımız da bunu yanlış anlamışlardır. Hatta az önceki açıklamalarımı duyan hukukçulardan kimileri bile bu durumu hiç mi hiç anlamamışlardır. Sokaktaki insan gibi itirazlarını sürdürmektedirler. “Bilginden kuşkulan, bilmediğini bil” diyen Sokrates’in, Descartes’ın öğrencisi olmalıyız. Tartışma kültürü olmayanlar, yalnızca dalaşmayı bilirler. Bu nedenlerle hukuk konusunda konuşurken dikkatli olmalıyız. Televizyonlarda herkes hukuk konularında ahkâm kesiyor. Çok şaşkınım ve çok rahatsızım.

Türkiye’de yeni atanan genç yargıçların çoğunun iktidara veya ortağına yakın olduğuna dair sayısız iddia var…

Evet, ne yazık ki böyle bir kanı var. Ama bir yargıcın iç dünyasına girmeniz mümkün değil. Dolayısıyla ben onlarla ilgili değilim.

TÜRKİYE’DE HUKUKTAN SÖZ ETMEK SAÇMALIKTIR

Bizde, somut delil olmadığı halde hapiste tutulan sayısız insan bulunduğuna dair tespitleri yalanlayacak herhangi bir dayanak yok. Osman Kavala, iki yıl boyunca hapiste tutulduğu Gezi davasından, üzerine atılı suçlara dair hiçbir somut delil olmadığı için tahliye edilirken, yine somut hiçbir delil olmadığı halde bu sefer 15 Temmuz davası kapsamında tutuklandı. Bu ve benzeri sayısız dava, Türkiye’deki yargı sistemine ilişkin bize ne anlatıyor?

Bizim dönemimizde böyle olaylar yaşanmadı. Türkiye’de yargının bağımsızlığı hiçbir zaman şimdiki kadar tartışma konusu da olmadı. Bir ülkenin başındaki siyasetçiler, çoğu ülkede olduğu gibi bizde de şerefleri üzerine ant içerek Anayasa’ya uyacaklarına ilişkin halkına söz verirler. Ağır cezaların, ölüm cezalarının suçları önleyeceği gibi ilk insandan beri gündeme getirilen bilim dışı yüzeysel saplantıları dile getirenlere ilkin şunu belirtmek isterim: Günümüzde suç olgusuna eğilen on binin üzerinde kaynak yapıt, yüz bine yakın inceleme var. Ama bugüne değin insanlık, suç mikrobunu yok eden bir aşıyı bulan Pasteur çıkmamıştır. Anayasaya uyacaklarına ilişkin şerefleri, kutsalları üzerine ant içenler, yargıya ve yargıçlara asla “telkinde bile bulunulamaz” diyen Anayasa maddesini çiğneyerek yargıçlara “az ceza verdin”, yahut “beraat kararı verilmesi yanlıştır” diyebiliyorlarsa, orada artık bırakın yargı bağımsızlığını, hukukun var oluşundan bile söz edilemez. Üstelik bu sözleri kimileri alkışlayabiliyorlar. Bunları derin bir üzüntü ve şaşkınlıkla izlemekteyim. Demek, hukukun üstünlüğünü ve yargının bağımsızlığını gerçekleştirmemiz için daha çok bekleyeceğiz. Bundan azap duymaktayım. Adorno, “Auschwitz’ten sonra şiir yazmak barbarlıktır” demişti. Ülkeyi yönetenlerin yargıçlara yönelik bu tür konuşmalarından sonra, kanımca Türkiye’de hukuktan söz etmek saçmalıktır, gülünçtür. Bunlar, uygar bir toplumda yaşanmaması gereken, inanılamaz ve katlanılamaz durumlardır. Yargıçlara yönelik bu sözlerden sonra sanırım Montesquieu, Beccaria mezarlarında ters dönmüşlerdir. Beccaria’nın “Suçlar ve Cezalar Hakkında” adlı ünlü yapıtını Türkçeye on altı yıl önce çevirmiştim. Bildiğimce sekizinci baskısı yapıldı. Ama onu okuyanlardan hiç kimse bu sözlere karşı çıkmadı. Bu yüzden de utanç içindeyim. Türk aydınlarının hepsi organik aydın mı ne? Suç ve cezaları yaratma tekeli, yasalarındır. Yargıç, suç ve ceza yaratamaz. Yasaların öngördüğü eylemi suç sayar ve yine yasaların öngördüğü cezalar çerçevesinde karar verir, yargıç. Hiç kimse şunu unutmasın Türkiye’de yargıçlar vardır; Osmanlı kadıları değil. Bu türden sözleri duyduğum zaman dehşete düşüyorum. Sanırım, Türkiye’de Zola’ların seslerini yükseltmelerini daha çok bekleriz bizler.

YARGIÇ HERKESE OLDUĞU GİBİ KENDİNE KARŞI DA BAĞIMSIZ OLMALI

Türkiye’de mahkemelerin her daim siyasal iktidarların veya “devletin” yanında konumlandığı, bunun şimdiye has bir vaziyet olmadığı yorumu da var. Türk yargısının neredeyse yarım asırlık serencamının en önemli tanıklarından biri olarak, yargı bağımsızlığının sağlanması konusunda çözümü nerede görüyorsunuz?

İlkin yargı, Meclis’e, yani yasamaya karşı bağımsız olacak. Zaten Anayasa bunu söylüyor, ama dinlenmiyor. İkinci olarak, yargı, yürütme organına karşı bağımsız olacak. Bunun için Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nu kuruyorsan, ki kurulmuştur, Adalet Bakanı’nı, müsteşarı oraya sokamazsın. Sonra HSK’ye, bağımsızlığı sağlayacak çapta insanları getireceksin. HSK üyelerini bağımsız yargı üyeleri seçecek; asla siyasetçi değil! HSK, sadece Yargıtay ve Danıştay üyelerinden oluşturulmalı. Onlar da taşradan gelmişlerdir ve oradaki durumu, yaşanan sıkıntıları bilirler. Bugünkü sistem, eskiden de denendi. Taşradan gelen HSK üyeleri, gelecekte Yargıtay ve Danıştay üyeliklerine göz diktikleri için sağlıklı görev yapamamaktadırlar. Üçüncü olarak; bir yargıç, yasama ve yürütmeye karşı bağımsız olacağı gibi, başka bir yargıca karşı da bağımsız olacak. Ağır Ceza’da karar verilirken, en kıdemsiz yargıç başkana karşı ters düşebilmeli. Dolayısıyla yargıç, kendi meslektaşına karşı da bağımsız olmalı. Dördüncü olarak; bir yargıç, kamuoyuna karşı da bağımsız olmalı. Yargıç; basına, partilerin, derneklerin bildirilerine gözlerini, kulaklarını kapatmalı. Beşinci olarak; bir yargıç, kendi inançlarına, ideolojilerine karşı da bağımsız olmalı, nesnel kararlar verebilmeli, kendi kişilik dünyasından sıyrılabilmeli.

Ne demek bu?

Her insanın bir dini, inancı, ideolojisi olur. Ancak yargıç, bunları duruşma salonunun dışında bırakmak zorundadır. Geçmişte eski bir emekli yargıcı bir yazısını görmüştüm basında: “Vatan meselesi olduğunda ben hukuk, mukuk dinlemem” diyordu. Çarpılmıştım. O yargıç, böyle bir yanlışı, saçmalığı yalnız düşünmüyor, bir de basında övünerek yayımlayabiliyordu. Özrü kabahatinden büyüktü.

.

YARGIÇLIK ETİĞİNDE MADDELERİ ZORLAYARAK UYGULAMAK YASAKTIR

Ama bu çok yaygın bir kanaat.

Evet yaygın. Ama korkunç bir yaklaşım. Sözgelimi, bakıyorsunuz, orman sevdalısı bir yargıç. Ormanlarla ilgili davalarda yazılı hukuku sürekli orman köylüsü aleyhine yorumlayarak uyguluyor. Ormanları sevene elbette saygı duyulur. Ama yargıç, bu sevgisini işine, yargıya, adalet dağıtımına karıştıramaz. Onun görevi, yasa maddelerine işkence yaparak yorumlayıp karar vermek değil, onları doğru yorumlayıp doğru uygulamaktır. Yargıçlık etiğinde maddeleri zorlayarak uygulamak yasaktır. Yargıcın ülkeyi kurtarmak gibi bir görevi yok.

Nedir görevi peki?

Onun görevi, hukuku doğru uygulamaktır. Eğer Türkiye’yi kurtarmak istiyorsan, girersin siyasete, bu da yargıya işi düşenleri ilgilendirmez.

Yargıçların ve savcıların uyacağı evrensel etik ilkeleri var mı?

Bangalor ve Budapeşte’de yapılan toplantılar sonucu benimsenmiş yargıçlık ve savcılık etik kuralları vardır. Birleşmiş Milletler, Bangalor Yargı Etiği İlkeleri ve savcılara yönelik Budapeşte Savcılık Etiği İlkeleri iyi özümsenmeli. Bunlar, içtihatlarla da benimsenmiştir ülkemizde. Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki öğrencilerime hep söylüyorum, “Sizlerin ülkeyi kurtarmak gibi bir göreviniz yok. Sizlerin görevi, hukuku doğru uygulamaktır.” Bakın, Batı bu konuda o kadar duyarlı ki, o ülkelerinden aldığımız denetlenemez nitelikte bir izin kurumu var. Sözgelimi, cumhurbaşkanına hakaret dolayısıyla dava açılması konusunda hukuk, dolayısıyla yasa savcıya diyor ki, “Delilleri topla. Eğer yeterli şüphe var ve dava açma gereğini duyarsan orada dur.” Bunun gerekçesi şudur: Sözgelimi, ünlü bir kişi cumhurbaşkanına hakaret etmişse, onun hakkında dava açılması ülkeyi uluslararası alanda güç durumda bırakabilir. Ancak böylesi bir takdir yetkisi, siyasal bir konudur. Bu yüzden savcıya diyor ki: “Davanın açılmasının ülkeyi güç durumda bırakıp bırakmayacağına ilişkin takdir yetkisi sana ait değildir. Çünkü sen siyaset yapamazsın, hukuka siyaseti karıştıramazsın. Yurdu, ülkeyi güç durumdan kurtarmak senin işin değil, Siyasetçinin işi. Bu yüzden bu yetkiyi bir siyasetçiye bırakıyorum. O da Adalet Bakanıdır. Dava açılıp açılmayacağına adalet bakanı karar versin”. Öte yandan dönüp Adalet Bakanı’na da diyor ki: “İzin verip vermeme senin mutlak takdirin içindedir. Ancak bu konuda sakın gerekçeni açıklama. Özellikle izin verirken gerekçeni açıklarsan, yargıyı etkileyebilirsin”. Bu türden siyasetçilere verilen yetkiler hukukla denetlenmediğinden Batı’da bunlara “tanrısal yetki” demiştir. Türkiye’de bu yetkinin özüne her zaman uyulduğunu söyleyemem. Geçmişte hukukçu olan bir Adalet Bakanı, “Şu adam hakkında dava açılmasına izin verecek misiniz?” diye soran gazetecilere, “Elbette vereceğim, ben yurduma sövdürtmem” demişti. Böyle bir açıklamadan sonra o mahkeme yargıcının aklanma, beraat kararı vermekte ne denli zorlanacağını söylemeye gerek var mı?

HER GÜN ZOLA’LARIN KONUŞMASI GEREK

1894 yılında Fransız Yüzbaşı Alfred Dreyfus, Almanlara casusluk yapmakla suçlanarak ülkesinde yargılanıyor ve hapis cezasına çarptırılıyor. Tarihe Dreyfus Davası olarak geçen bu olay üzerine 2014 yılında bir kitap da yazdınız. Kitabınızda, Dreyfus’ün aklanmasında, o dönem Fransız aydınlarının, özellikle de Emile Zola’nın kararlı ve sert adalet talebinin belirleyici olduğu hatırlatıyorsunuz. Sizinle telefonda konuştuğumuzda Türkiye’de hemen her gün bir Dreyfus davası yaşandığını ifade etmiştiniz. Bizim de hukukun işletilmesi, adaletin tecelli etmesi için Zola’lara mı ihtiyacımız var?

Hem de çok sayıda Zola’lara gereksinme var. Her gün Zola’ların konuşması gerek. Bakın, 1960’lı yıllarda taşrada savcıyım. Adalet Partisi ilçe başkanı, aynı partiden iki kardeş tarafından, partinin ilçe seçiminden bir gün önce dövülmüş. Suçüstü yapıldı, sulh ceza yargıcı duruşma yapıyor. PTT de 80-100 metre ötemizde. PTT’den bir görevli telaşla odama geldi ve “Efendim Başbakan Süleyman Demirel telefonda” dedi. Demirel’in partisi tek başına iktidarda. Sanırım, merhum Demirel, ilçe başkanıyla konuşup gönlünü almak istiyordu. Görevliye duruşma salonuna girip yargıca durumu bildirmesini, izin verirse benim odamdan konuşturabileceğimi söyledim. Gitti ve döndüğünde yargıç, kendisine “Duruşma yapıyorum, Başbakan beklesin” yanıtını vermiş. Bu yüzden o yargıcı hiç kimse başka bir yere atamadı, hakkında hiçbir işlem yapılmadı.

GÖSTERİ VE YÜRÜYÜŞ HAKKINI YASAKLAYAN DEVLET ACİZ, ZAVALLI, BASKICI BİR DEVLETTİR

Yargıya hükmetmek isteyen iktidarlar, neden yargının içinden veya dışından bir dirençle karşılaşmıyor?

Her şeyden önce insanımızın bilinçlenmesi gerekir. Hukukun üstünlüğüne, hak ve özgürlüklere dayanan bir demokraside demokratik devletin en başat özgörevi, misyonu, insana doğal, kişisel ve toplumsal hak ve özgürlüklerini tanıyarak onu olabildiğince özgürlüklerin ve hakların sahibi kılmak; onu kendi alınyazısını belirleyen özsaygılı, şerefli bir birey yapmaktır. Bu birey, kişiye bağlı, başkalarına aktırılamayan, ahlak kurallarına aykırı olarak hiçbir güç tarafından sınırlandırılamayan, parayla ölçülemeyen haklar ve özgürlüklerin sahibi olduğu için “kişi”dir. Böyle bir düzende asıl olan bir bütün halindeki hak ve özgürlükleri gerçekleştirmeyi üstlenen hukukun temel işlevi, “bütün hukuk insan içindir” (hominum causa omne ius costitutum est) ilkesini somut biçimde gerçekleştirmektir. Çünkü her hak ve özgürlük şerefli bireyin var oluş koşuludur; her hak ve özgürlük devletin bir lütfu değil, tam tersine bireyin birey ve kişi olduğu için özgürce kullanacağı bir erktir, iktidardır, yetkidir. Dolayısıyla insan ürünü olan devletin varlık nedeni, bireyin bu hakkını, erkini, iktidarını, yetkisini özgürce kullanmasını sağlamak; sağlamanın hukuksal temelini kotarmaktır. Demokratik devletin biricik işlevi ise, demokratik her hak ve özgürlüklerin, dolayısıyla erklerin, iktidarların, yetkilerin yaşamda somut olarak görünür ve duyumsanır kılınmasını, yaşama geçirilmesini sağlamaktır. Sözgelimi, bireyin toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğünü, hakkını, erkini, iktidarını, yetkisini demokratik devlet asla yasaklayamaz. Anayasa ve yasalara dayanarak böyle bir yasak getiren bir devlet; ya baskıcıdır yahut da insanından korkan yetersiz, âciz, zavallı bir devlettir.

Ama devlet, bu tür yasaklamaları “kamu güvenliği” adına aldığını söylüyor…

Fransa’da iki yıldan, hatta daha çok süredir toplantı ve gösteri yürüyüşü haklarını ve özgürlüklerini kullanan Sarı Yeleklilerin onca yıkımlarına karşın Fransız devleti, onların bu haklarını ve özgürlüklerini yasaklamadı, yasaklamamakta, yasaklayamaz da.

Niçin?

Çünkü Fransız devletinin varlık koşulu, insan hak ve özgürlüklerini yaşama geçirmektir. Her devletin varlık nedeni budur. Bu yüzden de Fransız devleti insanından korkmayan güçlü bir devlettir. O kadar. Böyle bir düzeni kotaran hukuka ulaşılmadığı, Türk insanını ve devletini yönetenler, böyle bir bilince ulaşmadıkları sürece, demokrasi bir düş olmaktan öteye gidemeyecektir. Gerisi boş sözdür.

.

ŞU AN BİR EMİLE ZOLA YOK BU ÜLKEDE

Ne olmalıydı peki?

Ne yazık ki şu an bir Emile Zola bu ülkede yok. Oysa Zola’ların konuşması gereken o kadar çok olay yaşanıyor ki! Osman Kavala olayına bakın… Ben dosyayı incelemedim; zaten yargılama sürerken hiçbir zaman davalar konusunda görüş de bildirmem. Ama mahkeme doğrudur ya da yanlıştır, bir karar vermiş. Bu kararın istinaf aşaması, temyiz aşaması söz konusuyken, siz çıkıp yargılamayı etkileyecek konuşmalar yapıyorsunuz. Sadece siyasetçi de konuşmuyor; açın televizyonları, bilgisi olan, olmayan herkes konuşuyor. Üstelik bunların arasında kulak dolgunluğu ile olaydan bilgisi olan hukukçular da var. Hukukun üstünlüğünü içselleştirmiş uygar bir toplumda bunlar yaşanmaz, yaşanamaz.

HER HAK SİZE VERİLMİŞ BİR İKTİDARDIR

Yaşanırsa ne olur?

Kıyamet kopar! 1968 olaylarını Fransa’da yaşadım ve o olaylar bana çok şey öğretti. Üniversitede bir gün derste Prof. Maurice Duverger’yi (Fransız hukukçu ve siyaset bilimci) dinliyordum. 15-20 dakika ders yaptıktan sonra, öğrencilere olaylar hakkındaki düşüncelerini sordu. Lehte, aleyhte konuşanlar oldu. En son kendisi konuştu ve atlı polislerin avluya girişini de hatırlatarak şunları söyledi: “700 yıllık Sorbonne Üniversitesi’nin şerefi çiğnenmiştir. Buranın bağımsızlığına, özerkliğine sizler sahip çıkacaksınız. Gösterilerinize devam ediniz. Benim dersimden sınav hakkınızı yitirmeyeceksiniz. Eğer içinizden biri cezaevine düşerse gelip orada sınav yapacağım.” İşte özgür ülke, özgür düşünce budur. Özgürlük, insana hak tanır. Az önce söyledim; “Ben sokakta yürüyüş yapmak istiyorum” diyorsunuz ve bu da Toplantı Gösteri Yürüyüşleri Yasası’nca düzenlenmiş, bir haksa, o hak olarak size verilmiş bir iktidardır.

O iktidarı kullanamıyorsanız, ne yapabilirsiniz?

Eğer o iktidarı kullanamıyorsanız, henüz kişilik haklarına sahip bir kişi değilsiniz demektir. Bizde ne oluyor? Vali, “Hayır, ben bu yürüyüşe izin vermiyorum” diyor ve hak da ortadan kalkıyor. Ama Fransa’da hiçbir vali çıkıp da “Paris’te yürümek yasaktır” diyemiyor. Diyemez de. O yürüyüşler yapılacak, o hak kullanılacak ve yönetenler de o gösterinin en az zararla yapılmasını sağlayacaklardır.

Geçtiğimiz hafta bir polis şefiyle bir milletvekili arasında ilginç bir diyalog geçti. Basın açıklamasını engelleyen polis şefi aynen şöyle dedi: “Siz bir siyasi partisiniz ve siyasi partilerin hak ve özgürlükler kapsamında neler yapabilecekleri yine kanunlarla belirlenmiştir. Bu hak ve özgürlükler de sınırsız değildir. Dünyanın hiçbir yerinde zaten bu yok. Thomas Hobbes diye bir tane filozof var. Leviathan diye bir kitabı var. Orada bile, devletlerin yapılanmasında der ki, hiçbir zaman sınırsız özgürlük yoktur…” Türkiye’de hak ve özgürlük kullanımı söz konusu olduğunda iktidar cephesinden gelen ilk yanıt da bu: “Sınırsız özgürlük yoktur.” Bu argüman hemen her hak kullanımına karşı o kadar sık kullanılıyor ki, artık hiçbir özgürlük söz konusu olamıyor.

Maalesef öyle…

ÖMRÜMDEN İKİ YILI NİYE ALIYORSUNUZ KARDEŞİM!

Dahası, insanlar tweet attığı için bile doğrudan tutuklanıyor. Tutuklama bir tedbirden çıkıp cezaya dönüşmüş durumda…

Bakın, Ceza Yargılaması Yasası, tutuklamayı eski yasadan daha ileri bir şekilde düzenlenmiştir. Buna göre bir yargıcın bir insanı kolay kolay tutuklaması olanaksızdır. Ama Türkiye’de bu da tersine işliyor. Çünkü özgürlük, hak, tutuklama kavramlarını Türkiye özümsemiş değil. Başa dönüyoruz; özgürlük, hak, tutuklama birer kavramdır. Siz bu kavramları iyi özümsememişseniz sonuç, hükümden önce hapis cezasına hükümlülüğe dönüşür. Yasa koyucu açıkça “tutuklama mecburiyetinde değilsin” demekle de yetinmiyor, adli kontrol olanağını da tanıyor. Bunlar, Batı’dan kopya edilmiş, ama iyice özümsenip sindirilmediği için yanlış kararlar veriliyor. Osman Kavala örneğine dönelim. Kavala, suçlu da olabilir, suçsuz da. Bunu duruşma yapan yargı belirler. Ancak iki buçuk yıl içeride kalıyor. Bu bir doğa olayıdır. Bir doğa olayını olmamış hale getirebilir misiniz? Benim ömrümden iki yılı niye alıyorsunuz kardeşim siz? Hangi yetkiyle alıyorsunuz? Niye derinliğine, uzun uzun düşünerek karar vermiyorsunuz? İnsan özgürlüğü bu denli ucuz mu? Hiç mi vicdanınız sızlamıyor? Böyle bir şey olur mu? Pat diye hemen insan hapse atılmaz. Öyleyse çabuk yargılayıp karar verin. Alınyazısını bilsin kişi. Ama bu da olmuyor.

YARGIDA HUKUK ANLAYIŞINI A’DAN Z’YE DEĞİŞTİRMEK ZORUNLU

Ama bu çok yaygın değil mi?

Yargılama çok duyarlı bir konudur. Herkes yargının önünde bir dava varsa olur olmaz konuşmalara kalkışmasın. Yargıyı etkilemesin. Yargıç da bir insandır. Dolayısıyla kanımca ilkin toplumda bu bilincin yerleşmesi gerek. Sonra da hukukçularda kavramların bilincinin oluşması gerek. Yargıda hukuk anlayışını A’dan Z’ye değiştirmek zorunlu. Aynı şeyleri yapmasınlar diye her gün Hukuk Fakültesi’ndeki öğrencilerime söylüyorum. “Bugünkü uygulamaların dışında olun” diyorum. Fakat yargı içinde yer aldıklarında buna ne kadar uyabileceklerinden kuşkuluyum.

Sizce yargıyı, yasama ve yürütme erklerine karşı bağımsız kılacak hiç mi koruma mekanizmaları yok?

Bizde bırakınız sokaktaki insanı, yasalara uyma bilinci hiçbirimizde gelişmemiş. Buna karşılık yasaları dolanma kurnazlığı çok gelişmiş. Ana yollara bakınız. Motosikletliler neler yapıyorlar? Her gün seyretmekteyiz. Hukuk bilincimiz, yetersiz. Karayollarında, “burada 82 km hızın üstüne çıkamazsınız” uyarısı görünce herkes hızını düşürüyor ama uyarıyı geçtiği anda gaza basıyor. O anda sanki yasa kaldırılmış, mülga. Hepimiz yapıyoruz bunu. Çünkü yapmazsanız, arkadan gelen araba sizi sıkıştırıyor. Herkes hukuku dışlamış durumda. Kendisine dokunmadığı sürece kimse başkasının hukukuna saygı duymuyor.

İlk soruya geri dönerek bitirelim: Sizce mevcut vaziyet, Türkiye’nin geleceğine dair bize ne anlatıyor?

Karanlığı. Bu durum, Türkiye’nin devlet olarak da saygınlığını da örseliyor. Bu da çok üzücü. Ancak başka karanlıklar da var.

BİLİM ALANI İLE İNANÇ ALANI KARIŞTIRILMAMALI

Ne tür karanlıklar var?

Bilim insanlarının bile inanç alanı ile bilim alanını birbirine karıştırmaları… Gerçekten yazının bulunmasından önceki ilkel, primitif, bulunmasından sonraki eskil, arkaik, hatta çağcıl dönemlerde dönemlerde nedensellik bağlantısı konusu hiç gündeme gelmemiştir. İlkel ve eskil dönemlerin insanı doğa olaylarını, nedensellik ilkesine göre değil, her varlıkta, her olguda bir ruh bulunduğunu ileri süren canlıcılık, animisme anlayışına göre, bir başka deyişle doğa ötesi yaklaşımlarla açıklamıştır. Nitekim ilk insan, bir olay olduğu zaman, “bunun nedeni nedir?” sorusunu hiç sormamış; yalnızca “bunu kim yaptı, bunun sorumlusu kim?” sorularını sormuştur. Oysa sorun, kör nitelikteki doğa yasalarını açıklayan “doğal nedensellik”le ilgili değildir. Ortaya çıkan sonuç, doğa olaylarını bile doğa ötesi güçlerle açıklayan, düzgü biçici, normatif yorumlarla ele alan “doğanın toplumsal-düzgüsel yorumudur. Bu dönemlerde tarih yerine söylence, mit, bilim yerine büyü vardır. Bilim dışı olan ve bilimsellik öncesinin yaşandığı bu dönemlerde ilkel ve eskil insan, sözgelimi, esen yeli, yağan yağmuru, yer sarsıntısını kimin yaptığı sorusunu sormuş; bunun yanıtını verirken bir özne, fail aramış, doğan sonucu, Tanrı ya da onun buyruğundaki görülmeyen öznelere, sözgelimi, meleklere ya da şeytanlara bağlamıştır. Böylelikle ilkin çok tanrılı dinler doğmuş, daha sonra da insanlık, tek tanrılı dinlere yönelmiştir. Bu yaklaşım hiç kuşkusuz yazgıcılıktır, fatalizmdir. Oysa yazgı, alınyazısı doğa yasasının karşıtıdır. Bunun en çarpıcı örneği, “süreç” felsefesinin kurucusu sayılan ünlü düşünür Herakleitos’un şu sözlerinde yatıyor: “Güneş kendisine buyrulan yolu izlemezse adaletin verdiği kararı yerine getirenler (Erinnyes), onu doğru hukukun yoluna sokacaklardır”. Günümüz insanına saçma görülen bu türden akıl dışı yaklaşımlar, özellikle Tanrı’nın yargısı temelinde gelişen dini kanıtlama yöntemlerine dayanılarak hükümler kurmalar, bu anlayışın ürünüdür.

Peki bu anlayışın hukuktaki sonuçları nedir?

Bu anlayışın hukuktaki en çarpıcı sonuçları , “tanrısal kanıtlama”, “halkın sesi, hakkın sesidir” uygulamaları ve on 19. yüzyıla değin hukuka uygunluğunu, meşruluğunu sürdüren “düello”dur. Gerçekten tanrısal kanıtlama işleminde ateşte elin yanması, halkın kararı, düelloda ölüm, “kim yaptı, sorumlusu kim?” sorusuna verilen şu yanıtlarda yatıyor: “Tanrı suçlu olanı cezalandırdığı için, suçlunun eli yandı; hakkın sesi olan halk (jüri), suçu işleyeni belirledi”. Nedensellik sorunu, bir inanç sorunu değil, bir bilim sorunudur; yalnızca belli bir bilimsel düşünme ve uygarlık düzeyine ulaşan toplumlarda ortaya çıkmıştır. Gerçekten nedensellik, doğanın çağcıl bilimidir; doğanın toplumsal ve ruhçu yorumundan kurtulmanın da çarpıcı bir kanıtıdır. Bunun için de en azından Rönesans dönemini beklemek gerekmiştir. Bu nedenlerle, uygar dünya bilim alanıyla inanç alanını birbirinden ayırmıştır.

BİLİM ALANI KAMUSAL VE ÇÜRÜTÜLEBİLİR; İNANÇ ALANI KİŞİSEL VE ÇÜRÜTÜLEMEZDİR

Bilim alanıyla inanç alanı arasındaki farkı nasıl özetlersiniz?

Bilim alanı evrende yaşanan olaylar ve olgular arasında neden-sonuç ilişkilerini kurarak sorunları anlamaya ve çözmeye dayanan, sürekli “çürütülebilen”, “yanlışlanabilen” bir alandır. Dolayısıyla bu alandaki tartışma ve çürütme alanı bir açıdan kamuya açıktır. Sağlıklı bir toplumda herkes bu tartışma ve çürütme etkinliğine katılabilir. Bilimin başka türlü ilerlemesi de düşünülemez. Buna karşılık inanç alanı “çürütülebilen”, “yanlışlanabilen” alan değildir. Bu yüzden inanç alanları bilimsel tartışmaların dışındadır. Böyle olduğu için de herkese açık bir alan değildir, kişiseldir. Ahmet, meleklere inanır, ama meleklerin varlığın kanıtlayamaz. Mehmet, meleklere inanmaz, ama o da meleklerin yokluğunu kanıtlayamaz. Bu nedenle uygar dünya bu alandaki bilimsel tartışmayı dışlamış, inanç alanını da saygıdeğer bir alan olarak güvence altına almıştır. Bu yüzden Anayasa’ya göre “Herkes, … kanı (kanaat, inanç) özgürlüğüne sahiptir. Her ne neden ve amaçla olursa olsun le olursa olsun kimse, … kanılarını açıklamaya zorlanamaz; …kanıları nedeniyle kınanamaz ya da suçlanamaz” (m. 25). Ancak çoğu insanımız, hatta bilim insanları bile bu iki alanı birbirine karıştırmaktadır. Bunun kimi örneklerini yaşadık, günümüzde de yaşamaktayız.

Sözgelimi?

Aralık 2012’de Siirt’te bir evdeki eşyaların sürekli yanması üzerine sözüm ona bilimle uğraşan bir ilâhiyat profesörü bundan cinleri sorumlu tutmuş; aile bireyleri sürekli namaz kılmaya başlamışlar, Siirt Valiliği de, cinleri kovdurmak için bütçesinden aileye para ayırarak onların İstanbul’da ünlü bir din hocasına gönderileceklerini açıklamıştı. Haziran 2015’te TÜBİTAK, “hadron çarpıştırmak Allah’a şirk koşmaktır” sonucuna ulaşmıştı. 12 Aralık 2016 tarihinde bir bakan, terörden ölen arkadaşlarının acısıyla yanan polisleri sözde şu sözlerle teselli etmiştir: “Şehit olun!” Oysa şehitlik, Tanrı’nın takdir tekelinde kalan bir iştir. Devlet yönetimi ve politikanın işi ise bu dünyadır ve insanları mutlu yaşatmaktır. Onları ölüme özendirmek değil. Evet, ilkel insana acıyor ve onu anlıyoruz. Doğaya karşı çaresizdi. Elinde sadece bir sopası vardı. Ama o insan zamanla beynini kullandı; düşünen ve yaratan insana dönüştü. Bu beyin sayesinde uçağı, televizyonu, cep telefonu, televizyonu buldu, uzaklıkları yakın etti. Hayali’nin dediği gibi polislere ölmeyi salık veren “Ol mahiler ki, derya içredirler; deryayı bilmemektedirler”. Acıyalım mı onlara, ama neden? Kızalım mı onlara, ama neden? Çoğu üniversite çıkışlı bu insanlarla aynı dünyayı, Atatürk’ün aynı ülkesini, aynı devleti paylaşmak çok üzücü. Dahası yüz kızartıcı, kahredici!


İrfan Aktan kimdir?

Gazeteciliğe 2000 yılında Bianet’te başladı. Sırasıyla Express, BirGün, Nokta, Yeni Aktüel, Newsweek Türkiye, Birikim, Radikal ve birdirbir.org ile zete.com web sitelerinde muhabirlik, editörlük veya yazarlık yaptı. Bir süre İMC TV Ankara Temsilciliği’ni yürüttü. "Nazê/Bir Göçüş Öyküsü" ile "Zehir ve Panzehir: Kürt Sorunu" isimli kitapların yazarı. Halen Express, Al Monitor ve Duvar'da yazıyor.

DUVAR