Tarih boyu kitle iletişim aracı olarak Ayasofya

Ayasofya sürekli kullanılmıyordu, hatta ismini değiştirmeye bile gerek duyulmamıştı.

Tarih boyu kitle iletişim aracı olarak Ayasofya

Bugün yeniden camiye çevrilen Ayasofya, aslında Osmanlı İmparatorluğu döneminde bir 'protokol' yapısıydı. Fatih Sultan Mehmet dahil olmak üzere her sultan, Ayasofya ile yetinmeyip kendisi adına bir selatin cami yaptırarak İstanbul’a kendi varlığını kanıtlayan bir eser bıraktı. Osmanlı döneminde Ayasofya sürekli kullanılmıyordu, hatta ismini değiştirmeye bile gerek duyulmamıştı.

Melishan Devrim  melishandevrim@gmail.com

“Bir neferdir bu zafer mabedinin mimarı.

Ulu mabed! Seni ancak bu sabah anlıyorum;
Ben de bir varisin olmakla bugün mağrurum”

Yahya Kemal Beyatlı/Süleymaniye’de Bayram Sabahı

Bazı tarihi anıtlar, sadece korunması gereken eserler değildir, aynı zamanda geçmiş kültürlerin dünyaya bakış açısını anlatan kitle iletişim araçlarıdır. Mimarlığın bir ‘kitle iletişim aracı’ (mass media) olarak açıklanması, sosyal bilimlerde nispeten yeni bir yaklaşım. Kitle iletişim aracı dediğimizde bugün, gazete ve televizyon gibi mecraları anlarız. Bunların olmadığı çağlarda ise mimari eserler yöneticilerin güçlerini göstermelerini sağlayan birer kitle iletişim aracıydı.

Etrafımızdaki tarihi eserlere bunların birer kitle iletişim aracı olduğunu düşünerek baktığımızda, gördüğümüz yapılar bize görselliklerinin ötesinde bir hikaye anlatmaya başlar. Örneğin İstanbul’un tarihi yarımada bölgesinde dolaştığınızda, her bir binanın başka bir sultanın dünyaya bakış açısını anlattığını görürsünüz.

Üsküp’teki hukuk fakültesi girişinde I. Justinyen…

Bugün müze olmaktan çıkarılıp yeniden cami statüsüne döndürülen Ayasofya, aslında Osmanlı İmparatorluğu açısından, gelenek olduğu üzere, zaferi simgelemek üzere cami yapılmıştı, çünkü Osmanlı fethettiği kentlerde, kentin en büyük prestij yapısını camiye çevirip varlığını halka duyurur ama diğer yapılara dokunmazdı. İstanbul’daki diğer kiliseler de fetihten hemen sonra derhal camiye çevrilmedi. Fatih Sultan Mehmet dahil olmak üzere her sultan, Ayasofya ile yetinmeyip kendisi adına bir selatin cami yaptırarak İstanbul’a kendi varlığını kanıtlayan bir eser bıraktı. Osmanlı döneminde Ayasofya sürekli kullanılmıyordu, sadece bir protokol yapısıydı, hatta ‘kutsal bilgi’ anlamına gelen ismini değiştirmeye bile gerek duyulmamıştı.

FATİH’E DAİR GERÇEKLERİ UNUTMAYALIM

Ayasofya, fetihten sonra camiye çevrilmiş olsa da Fatih’in bu yapıyı kullanmaktan hoşlanmadığı ve hemen kendi adına cami yaptırmaya başladığı bilinir. Fatih’ten sonraki sultanlar da özellikle gidip Ayasofya’da ibadet etmediler. Ayasofya, sadece başkentin göbeğinde bu kadar büyük bir kilisenin varlığı, devletin imajına uygun olmadığı için camiye çevrildi çünkü bu yapı aynı zamanda bir ‘kitle iletişim aracı’ydı. İstanbul alındığında, Ayasofya’nın içinde yaralı Bizans askerleri, kadınlar ve çocuklar vardı. Fatih, barbar bir hükümdar olmadığı için onlara kıyım yapmadı. Ama elbette kentin en büyük binasının kilise olarak kalması, uygun değildi. Ancak yine de Ayasofya’ya ilk minare, fetihten çok sonra, 1469’da tamamlanan Fatih Camii’nden bile sonra 1481’de eklendi.

Fatih dönemini araştıranların bildiği gibi, şehri alan padişah İstanbul’da bulunan birçok küçük kiliseyi olduğu gibi bıraktı. Semavi Eyice’nin İstanbul’un camiye çevrilen kiliseleri hakkında yaptığı araştırmalarda, kiliselerin tümünün aynı anda camiye çevrilmediği anlaşılmıştır. İstanbul fethedildi diye gayrimüslim cemaatler şehirden kovulmamış, aksine Fatih özellikle Cenevizlilerin ve Venediklilerin şehirde kalması ve şehrin ticari hayatının eskisi gibi devam etmesi için çaba gösterilmiştir.

Kiliseden camiye çevrilen yapıları incelediğinizde, bu yapıların cami haline getirilmesinin anlamının, ‘vakıf’ kavramı sayesinde Osmanlı’nın onarım yükünü üstlenmesi anlamına geldiğini görürsünüz. Yani bir kilisenin camiye çevrilmesinin bugün konumlandırıldığı şekliyle ‘fetih’ kavramıyla hiç ilgisi yoktur. İstanbul’daki çoğu kilise, bilinçli iskan politikalarıyla ortaya çıkan demografik değişimler yüzünden artık cemaatleri, yani bu binaya bakım yapacak kimse kalmayınca, bu yapıların vakıflar aracılığıyla onarılmasını sağlayabilmek amacıyla camiye çevrildiler.

KİTLE İLETİŞİM ARACI OLARAK AYASOFYA NE ANLATIR?

Ayasofya’nın Bizans için ne anlattığını anlamak için, onu yaptıran imparatorun hayatına göz atalım. Ayasofya’yı inşa ettiren I. Justinyen, 527–565 arasında süren imparatorluğu döneminde, tıpkı bizdeki Kanuni Sultan Süleyman kadar güçlüydü. Roma İmparatorluğu’nun ikiye bölünmesinden sonra kurulan Batı Roma İmparatorluğu kuzeyden gelen saldırılar yüzünden 476’da yıkılmış durumdaydı. I. Justinyen iktidara geldiğinde, Roma İmparatorluğu’ndan geriye sadece Doğu Roma İmparatorluğu kalmıştı. I. Justinyen, eskiden Batı Roma’ya ait olan toprakları da hakimiyetine aldı. Kuzey Afrika ve İtalya’nın antik Roma bölgesinden İspanya’ya kadar ülkesini tek çatı altında toplamayı başardı. Bugün genelde ‘Bizans’ olarak bahsettiğimiz Doğu Roma İmparatorluğu, onun sayesinde yaklaşık 11. yüzyıla kadar İtalya’nın güneyinde hakimiyetini sürdürdü. I. Justinyen’in hakimiyetinde olmak demek, aynı hukuk sistemine tabi olmak demekti.

I. Justinyen’in en büyük başarısı fethettiği topraklar değildi. 529-534 arasında Roma kanunlarının toplanıp birleştirilerek yeniden yazılmasını sağlaması sayesinde ortaya çıkan “Corpus Juris Civilis”, bugün bile pek çok ülkede modern sivil hukukun temelini oluşturur. Bu bilgiyi özellikle belirtiyorum çünkü I.Justinyen’i, Kanuni’ye bu anlamda benzetiyorum. Her ikisi de kendi dönemlerinde hukukun uygulanması ve toplumsal düzenin hukuk sayesinde sağlanması için çabalamış yöneticilerdi. Kendini yeni Roma imparatoru olarak tanımlayan Fatih’in bile Bizans hukukunu inceleyip Osmanlı hukukuna pek çok kanunu aktardığı inkar edilemez.

Bu noktada, I. Justinyen’in bugüne ulaşan kültürel mirası Ayasofya değildir, çağdaş hukukun pek çok temel ilkesini onun bir araya getirdiği kanunlara borçluyuz. Osmanlı İmparatorluğu’nun yükseliş döneminin en güçlü sultanının da tıpkı I. Justinyen gibi, kanuna riayet eden biri olduğu için ‘kanuni’ unvanını taşıması tesadüf değildir.

Peki I. Justinyen gibi Akdeniz’i fethetmiş koskoca bir imparator, neden başkentine Ayasofya kadar büyük bir yapı yaptırdı? Neden böyle bir ‘kitle iletişimi’ne ihtiyaç duydu? Bu soruya cevap vermek için, onun yaşadığı dönemin en büyük yapılarını düşünmemiz gerekir. Roma’da bulunan ve ‘tüm tanrılar’ anlamına gelen Pantheon, milattan sonra 113-125 arasında inşa edilmişti. Pagan tanrılara adanmış bu tapınak, bugün bile Antik Roma döneminden kalmış ve en iyi korunmuş binadır. Pantheon, 43 metre çapındaki kubbesiyle Ayasofya inşa edilene kadar Roma dünyasının en büyük yapısıydı. 2. yüzyıl gibi bir dönemde, bu kadar büyük bir kubbe yapmak kolay bir iş değildi. Kubbe, 6 metre kalınlığındaki duvarlara oturur ve kubbe ağırlığını hafifletmek için kubbe içi kasetler şeklinde oyulmuştur. 6 metrelik duvarlar olunca iç mekandaki metrelik kubbe aslında dışarıdan hiç görkemli şekilde algılanmaz, aksine basık görünür. Pantheon’un içine girdiğinizde ise mekanı bölen hiçbir sütun ve ayrım olmaması sayesinde, bu kadar büyük bir kubbenin nasıl bir ferahlık sunduğunu hissedersiniz. I. Justinyen, başarılarını simgelemesi için, pagan dönemin başarısını temsil eden Pantheon’dan daha görkemli, daha zarif ve daha büyük bir yapı istemişti. Ancak kitle iletişimi anlamında I. Justinyen Pantheon’u aşma isteği tam olarak yerine gelmedi, aksine bu hırsı fiyaskoya dönüştü.

 

Solda Ayasofya kesiti, sağda Pantheon

 İMPARATORUN HAYAL KIRIKLIĞI

I. Justinyen’in mimarları, Tralleis’li Anthemius ve Milet’li Isidorus Pantheon’u aşmak zorundaydı. Henüz mimar ile mühendis ayrımının olmadığı bir çağda, önlerinde bir mühendislik problemi vardı. 43 metreye yaklaşan çaptaki bir kubbe, daha yüksek nasıl yapılabilirdi? O dönemin kilise mimarisinde henüz Gotik yapılarda gördüğümüz türden mimari çözümler yoktu. Sonunda Anthemius ve Isidorus, merkezi alanı örtecek büyük bir kubbenin yükünün, yanlarda iki yarım kubbe ve pandantiflerle kademeli olarak zemine aktarıldığı bir plan ürettiler. Bu planda, ortadaki en büyük kubbe 32,6 m çapındaydı ve yerden 54,8 m yükseklikteydi. Kısacası I. Justinyen’in istediği kadar yüksek ve geniş bir yapı yapmayı başardılar ama bu binada Pantheon’daki gibi tek bir kubbe kullanamadılar.

I. Justinyen, 537’de Ayasofya’nın açılışını yaparken Pantheon’u aşan bir yapı yaptırdığı için kendisiyle gurur duymuş olabilir ama 563’te daha I. Justinyen halen iktidardayken büyük bir İstanbul depremi yaşandı ve Ayasofya’nın kubbesi içeri doğru çöktü. Çünkü Anthemius ve Isidorus, imparatoru memnun etmeye çabalarken neredeyse imkansız bir statik hesapla binayı yapmışlardı. Yanlış hesap Bağdat’tan döner denir ya… Roma’nın en büyük anıtından daha büyük bina yaptırma hırsına kapılan I. Justinyen, kendi yaptırdığı binayı kendisi onartmak zorunda kaldı.

BİZANS’IN HATASINI OSMANLI DÜZELTTİ

Klasik dönemde, Osmanlı’nın yönetim merkezi olan Topkapı Sarayı’nın dibindeki Ayasofya’nın çöken kubbesi ve sürekli tamirat gerektirmesi, Osmanlı’nın başına dert olmuştu. Başkentin ortasındaki bir yapının harabe halde bırakılmasına göz yumulamazdı. Kanuni döneminde Mimar Sinan, Ayasofya’yı o kadar detaylı inceledi ki Anthemius ve Isidorus’un yaptığı statik hatayı düzeltmenin bir yolunu buldu. Ayasofya’daki kubbenin yükünü zemine aktarmak için binanın yan taraflarına 1566-1577 arasında eklettiği payandalar, yapının görünümünü değiştirmiş olsa da kubbenin çökmeden günümüze ulaşmasını sağladı.

Süleymaniye Camii.

Ayasofya’yla uğraşırken yaptığı mühendislik hesapları ise Mimar Sinan’ın ustalık eseri olan Süleymaniye Camii’ni inşa etmesini sağladı. 1551-1557 arasında inşa edilen Süleymaniye, 59×58 m ölçüleriyle neredeyse tam bir kare plandadır ve 53 metre yükseklikteki kubbesiyle inşa edildiği dönemde Osmanlı’nın inşa ettiği en yüksek yapıdır. Kubbesinin çapı ise yüksekliğinin tam yarısı oranındadır. Mimar Sinan, Ayasofya’nın dertlerini çözmeye çalışırken Süleymaniye’yi üreterek bütün görselliği geometrik uyumun huzurunu veren müthiş zarif bir yapı ortaya çıkarmıştı.

Süleymaniye’de Ayasofya’daki gibi geniş bir kubbenin iki yarım kubbeyle birleştirilmiş olması, Mimar Sinan’ın Ayasofya’yı tüm ölçüleriyle ayrıntılı şekilde incelediğinin kanıtı gibidir. Süleymaniye’nin içi öylesine ferahtır ki Yahya Kemal Beyatlı, bu ‘mabet’ için bir şiir bile yazmıştır. Mimar Sinan’ın 1568-1575 arasında Edirne’de yapılan ve kubbe çapı 31,5 metre olan Selimiye Camii ise tek bir büyük kubbeyi yanlarında yarım kubbeler olmadan ayakta tuttuğu, yani kendi yaptığı Süleymaniye’yi bile aşan bir şaheserdir.

Bugünkü İstanbul siluetine yansıyan Sultanahmet Camii’nin bulunduğu yer, Kanuni döneminde boş dururken Süleymaniye’nin neden Galata Pera bölgesinin karşısına inşa edildiği, araştırmacıların cevap aradığı sorulardan biridir. Bunu mimarinin kitle iletişim aracı olmasıyla açıklayabiliriz. Kanuni, Avrupa’nın yarısını fethetmişti ve İstanbul’da yaşayanlara verdiği mesaj da bu olmalıydı. Bu yüzden Süleymaniye gayrimüslim tüccarların yaşadığı Galata Pera’nın karşısına inşa edildi. Şehre gelen yabancılara Avrupa’nın fethedildiğini anlatma amacını taşıyordu. 16. yüzyılda Galata Pera’dan Topkapı Sarayı’na doğru bakan Avrupalı bir tüccar, karşısında tüm heybetiyle Süleymaniye Camii’ni görüyordu çünkü artık Viyana’ya kadar Avrupa’nın yarısı Osmanlı’ya aitti.

‘KENDİ GÖKKUBBEMİZE’ NASIL SAHİP ÇIKARIZ?

Daha önce belirttiğimiz gibi, Osmanlı döneminde Ayasofya ‘fethin gurur verici bir simgesi’ olmaktan ziyade camiye çevrildiği için devletin sürekli onarmak durumunda kaldığı bir ‘külfete’ dönüşmüştü. Neredeyse her sultan Ayasofya ile uğraşmak zorunda kaldı. Nihayet Mimar Sinan’ın eklediği payandalarla yıkılmaktan kurtarılabilmişti. Avrupa’nın ince uzun Gotik yapılarla dolduğu çağlarda, bir imparatorun hırsları yüzünden statik hatasıyla inşa edilen Ayasofya, sonradan yapılan eklemelerle artık son derece hantal bir görünüm kazanmıştı.

Mimar Sinan’ın Süleymaniye Camii ise sağlamlığıyla Ayasofya’da uygulanan mühendislik bilgisini aşmayı başaran ve kubbesi çökmeden günümüze ulaşabilen bir yapı olması sebebiyle Osmanlı’nın kültürünün ve biliminin Bizans’ı aştığını kanıtlar. Bu açıdan bakıldığında, İstanbul’un fethinin simgesi Süleymaniye’dir çünkü bu yapı uyumu, zarifliği ve sağlamlığıyla Osmanlı mimarlığının kendinden önceki herkesi aştığının kanıtıdır. Ancak Süleymaniye Camii halen Dünya Kültür Mirası listesinde değildir, nedense…

Mimarinin kitle iletişim aracı olması anlamında, İstanbul’un korunması gereken anıtlarının masrafını dünyayla paylaşmamız, hangi binanın müze, hangisinin cami yapılması gerektiği üzerinden iletişim üretmeyi bırakıp, geçmişte olanlara değil, geleceğe ne bırakacağımıza odaklanmamız her anlamda hepimizin faydasına olacaktır.

Not: Ayasofya’da devam eden restorasyonlar için geçen yıl Dünya Anıtlar Fonu bağış çağrısı yaptığında, bu çağrıyı Gazete Duvar sayfalarına taşımıştık. Haberimizin altında Ayasofya Müzesi’nin gov.tr uzantılı web sitesinde bulunan devam eden restorasyonlar listesine yönlendirme vardı ancak şu anda bu web sitesine ulaşılamıyor. 

duvar